28 Aralık 2012 Cuma

2013

Dün gibi... 2000 yılında 33 yaşında olacağımı hesaplayıp ''çok yaşlanacakmışım'' diye hayıflanmam. 2000 bitti, 21.yüzyılın ilk on yılı bile bitti hatta, ikinci on yılı yarılamak üzere  ilerliyor zaman. Yeni yıla dair planlar yapmak adettendir... Geçmişi gözden geçirip geleceğe odaklanmayı sağlar...

İşte benim çok yapılacaklar listem:
1. Daha çok oku- her gün 30 sayfayı hedefle
2. Daha çok dinle- kızını, eşini başta olmak üzere
3. Daha çok yaz- blogu ihmal etme
4. Aileye ve arkadaşlara daha çok zaman yarat- İstanbul'da mesafeler uzak da olsa buluşma fırsatlarını kaçırma
5. Daha çok gül- kahkaha atarak gül, sadece gülümseme
6. Kültürel faaliyetlere daha çok zaman ayır- her ay bir konsere, tiyatroya, operaya, baleye ya da sergiye git
7. Daha çok yürü- hava soğusa da, yağmur, çamur, kar olsa da yürüyüşü ihmal etme

Bu da azlar listesi:
1. Daha az bilgisayar oyunu oyna
2. İnternette daha az zaman geçir
3. Daha az konuş
4. Daha az abur cubur ye!
5. Daha az tüket!
6. Daha az harca
7. Daha az eleştir

Her ay sonunda ulaşabildiğin hedefleri not et, ulaşamadığın hedefler için neler yapman gerektiğini düşün...

Herkese hedeflerine ulaşacağı iyi yıllar!



12 Kasım 2012 Pazartesi

İdam Cezasının Gündeme Gelmesinin Düşündürdükleri

AKP iktidarı, özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın beyanatları açıkça toplumu, kamuoyunu yönlendirmek  yönlendirmek, şekillendirmek için getiğimiz on yıldır yoğun bir çalışma içinde. Dindar gençlik yetiştirmek, üç çocuk sahibi olmak, kadın bedeni üzerinde devletin söz sahibi olması gibi konuların gündeme getirilmesine alışmıştık. Son bir  kaç gündür de adeta açlık grevlerine "göz dağı" verircesine idam cezası yeniden gündeme getirilmesiyle karşı karşıyayız.

İdam cezasının pek çok ülkede kaldırılmış olmasının arkasındaki en önemli neden idama mahkum edilen mahkumun ileride yeni deliller ışığında suçsuzluğunun anlaşılması halinde geri dönüşü olmayan bir cezaya olmamasıdır. Üstelik idam cezasının benzer suçların işlenmesi konusunda bir caydırıcılığının olmadığı da bilinmektedir. Felsefi olarak da, hukukta cezanın anlamı üzerinden devlet eliyle işlenen bir cinayetin  ceza olup olmadığı  tartışılabilir.

"İdam cezası" konusunda halk böyle istiyor gibi bir gerekçenin kullanılması da  tehlikelidir. Kamuoyunun teröre karşı öfkesinin giderek yükseldiği bir dönemde halka idam cezası geri gelsin mi diye sormanın ve idam cezasına evet diyenlerin çoğunlukta olması durumunda olguya "meşruiyet" kazandırıp kazandırmayacağı bir kez düşünülmelidir.

"Toplum Mühendisliği, toplumun demografisinde, sosyal dokusunda, tarihten gelen yapısında değişiklik yapmak, tepkilerini, nefretlerini, isteklerini, sevgilerini, tutkularını ve kitlesel şekilde ifade ettiklerini duygularını yönlendirebilmek, kontrol altında tutabilmek, paralize edebilmek gibi yetileri içeren iştir. Toplum mühendisliği, çeşitli meslek dallarından oluşan bir ekip tarafından, finansal destek, koruma, iletişim ve başka araçlar yardımı ile gerçekleştirilebilir."
diyor Wikipedi maddesi. Toplumun "kitlesel" olarak ifade ettiği duyguları yönlendirmek, kontrol etmek tehlikeli sonuçları beraberinde getirebilir. Son dönemlerde giderek artan kutuplaşmayı, çözümsüzlüğü, karmaşayı, zorlukları daha da artırabilir.



Dünyada İdam Cezası

İdam cezasının küresel dağılımı (2005/06 itibariyle).
mm Bütün suçlar için kaldırılmıştır (86)
mm Özel durumlar hariç bütün suçlar için kaldırılmıştır (11)
mm Yürürlüktedir, ama son 10 yıl içinde kullanılmamıştır (25)
mm İdam cezası yürürlüktedir (74)






9 Kasım 2012 Cuma

Amerikan Başkanlık Seçimleri Kadınların Zaferiyle Sonuçlandı

Seçimin üstünden bir kaç gün geçti. Hepimizin burnuna sokularak izlediği bir süreç oldu Amerikan Başkanlık seçimi; kampanyalardan seçim gününe. Şaka yollu birbirimize "ben hangi sandıkta oy kullanıyorum" diye soracak kadar gündemimize oturmuştu seçimler.

Kampanya sırasında Cumhuriyetçi adayların  özellikle tecavüz ve kürtaj konularında kadınlar aleyhine sarfettiği laflar kadın seçmenlerin seçime katılımını ve Obama'yı desteklemesini fitilledi.

Sivil toplumun desteğiyle üretilen ve sosyal medyada yer bulan kampanyaların da bu konuyu desteklemiş olduğu kesin. Benim de youtube'da  keyifle izlediğim, Actualy.org tarafından  Cher ve Kathy Griffin'in desteğiyle yapılan video tek başına karar verme konusunda etkili olmamıştır mutlaka ama seçim sonuçları oy verenlerin %47'sinin erkek, %53'ünün kadın olduğunu gösteriyor.  Erkeklerin %52'si Romney'i, kadınların %55'i Obama'ya oy vermiş. Amerika'da yaşayan Türk asıllı Amerikan vatandaşı bir arkadaşım seçim sonuçlarını facebook duvarında "Vagina Victory!" (vajinanın zaferi) yazarak duyurdu. 




Konuyu BBC "ABD'nin yeni çoğunluğu kadınlar" diye haberleştirdi. http://www.bbc.co.uk/news/magazine-20231337

Toplumun giderek tutuculaştığı ülkemiz toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda dünya üzerinde son sıralarda yer alıyor. Kadına ve LGBT'lere yönelik şiddetin hızla yükseldiği, 2002'den 2011'e cinsel suçlarda %400'lük artışın yaşandığı, kürtajın yasaklanması gibi doğrudan kadın bedeni üzerinde iktidar kurmaya yönelik girişimlerin olduğu bir dönemdeyiz. Başbakan, her fırsatta aile planlaması konusundaki fikirlerini beyan ederek, kadının iş gücünden eve çekilmesini, en az üç çocuk doğurmasını ve onların bakımından sorumlu olmasını teşvik ediyor. 

Sosyal medyanın "azınlıkların", "ezilenlerin", "bedenleri ve gelecekleri konusunda söz sahibi olamayanların"  sesini duyurabileceği mecralar olduğu gerçeğini gözardı etmeyen bir muhalefet ihtiyacı içindeyiz. ABD seçim sürecinden öğrenilecek konulardan biri bu. Obama'nın 2008 seçimlerindeki başarısının arkasında sosyal medyayı verimli ve başarıyla kullanmış olması yatıyordu. Özellikle de "kullanıcıların ürettiği içerik"le. Bu seçimler de özellikle kadınlara yönelik tehditlere boyun eğmeyeceklerini beyan eden kadınların zaferi ile sonuçlandı. Bizde neden olmasın?



7 Kasım 2012 Çarşamba

Siz hiç gümrüklü paket postanesine gittiniz mi?

Ben gittim, kör oldum!*

Yıllardır Amazon'dan alışveriş yaparım. Ülkemde ulaşamadığım kitaplara ulaşmamı sağladığından sitenin varlığı büyük bir mutluluk benim için.  Geçen ay da, Ali Saydam'ın bahsettiği bir kaç kitapla, yüksek lisans derslerinde hocalarımın önerdiği bir kaç kitabı ısmarladım amazon.com'dan.
Sitede kitapların elime ulaşma tarihi olarak 5 Kasım 2012 veriliyordu. Tam da o tarihte sabahtan kapım çalındı. (Mükemmel zamanlama, müşteri memnuniyeti, verilen sözün tutulması, markaya güven inşaası tam yani!) Postacımız kitaplarımı gümrüklü paket postanesinden alabileceğimi söyleyen bildiri kağıdını teslim etti bana.

İnternet alışverişiyle benden daha içli dışlı olan, dolayısıyla paket postanesine aşina eşim, o gün çalıştığı üniversitede dersinin olmaması nedeniyle işe gitmeyi ağırdan aldığından benimle gelmeyi teklif etti.

Cevizlibağ'a doğru düştük yola... Her ne kadar bedensel engellileri ve bebek arabasıyla seyahat etmek zorunda olan anneleri dışlaması ve hizmette ayrımcılık yapması nedeniyle kınasam da İstanbul ulaşımında önemli bir yer tutan metrobüsle yaklaşık yarım saat sonra Cevizlibağ'daydık. Kötü, yamuk yumuk taşlarla döşeli, bir kişinin zorlukla yürüyebileceği daracık kaldırımlardan, yayalara karşı son derece saygısız şoförlerin kullandığı yoğun  araç trafiğinin arasından geçerek paket postanesine ulaştık.

Postane hem binanın karanlık, havasız, bakımsız görüntüsüyle hem de çalışanlarının asık suratlı, dağınık, ilgisiz halleriyle köhne, ağır, işlemez, adeta 1970'lerden kalma bir zihniyet ile çalıştığı izlemini veriyordu. - Maalesef ilk izlenim doğru çıktı. 
Paketini almak üzere postaneye doluşmuş kalabalık da içinde bulunduğu ortamın psikolojine kendisini kaptırmış görünüyordu. Önce nereye gideceğimizi keşfettiğimizde veznenin önünde kuyruğa girmeye boşuna çalıştık, bir omuz darbesiyle önümüze geçen ilk kişiye bakış fırlatmakla yetindik ama durum devam edince sesimizi de çıkarmamız gerektiğini farkettik. İlk bankodaki memura elimizdeki bildiriyi verince, "tamam şimdi otur, adının okunmasını bekle" dedi bize. Yaklaşık 40 dakika boyunca adımın okunmasını bekledik. Adım okununca içerideki bölmeye girdim. Bir memur paketimi gösterdi, sonra karşı masaya gitmemi istedi. Karşı masadaki memur gümrük vergisini hesaplayıp kağıdı tekrar elime verdi. İlk bankoya dönmem gerektiğini söyledi. İlk bankodaki memur vergiyi alıp makbuzumu verdikten sonra yanındaki memura ayrıca 3,60 TL posta vergisi vermem gerektiğini belirtti. Bir sıradan çıkıp aynı bankoyu paylaşan ikinci memura ulaşmak için, dirsek darbesiyle önümüze geçmeye çalışanlara "sıraya girer misiniz" uyarıları  yaparak sıradaki yerimizi aldık. Buraya da paramızı verdikten sonra bir kez daha içeri girip nihayet paketimize kavuştuğumuzda bir saatten fazla süre geçmişti.

Aynı masalar arasında gidip gelme üzerine kurulu düzensizlik düzenini, arada sırayı bozup öne geçenlere müdahele etmeyen hatta neredeyse bu durumu özendiren, gülümsemek gibi en ufak bir nezaket belirtisinden uzak memurlar besliyordu. Paketlerini almaya gelmiş kişileri yönlendirecek, onlara yardımcı olacak bir sistemden bahsetmek mümkün değildi. Yaklaşık 40 dakika beklerken mesela bu sürede neden paketin vergi bedeli de hesaplanmıyor, ikinci ya da üçüncü noktada ödeme yapılıp paket alınıp çıkılamıyor da, bilemedin 8 metrekarelik bir alan içindeki üç nokta arasında yedi defa dolaşmak zorunda kalınıyor sorularına cevap bulamadım.
Resimlerini koyduğum dört kitaba 73,6 TL vergi ödeyip aynı yoldan geri dönerken - komplo teorilerini seven eşim "kitap almamızı, dünyadaki bilgilere ulaşmamızı istemediklerinden bu kadar vergi alıyorlar" diyordu.

Bu arada facebookta bir arkadaşım  "Ama sen bilmiyor musun ki bir sınır var. 150 $ veya €'yu geçmeyeceksin. Aynı ay içinde arka arkaya siparişleri bölüp kendi ismine paket de isteme o zaman da şüphelenebilirler. Bu nedenle siparişlerini aylara böl mesela... " uyarısında bulunuyor. Bundan sonra daha dikkatli olacağım kesin, yeni bir Cevizlibağ macerası istemiyorum.


*Cemal Süreya'nın şiirine gönderme

2 Kasım 2012 Cuma

Taranta Babu'ya Sekizinci Mektup


Nazım Hikmet'in 1935 yılında kaleme aldığı Taranta Babu'ya Mektuplar kitabından sekizinci mektup bu sıralar sürekli aklımda...
 
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
      yapayalnız
              karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
                                  bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
               korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
               çok konuşuyor!.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Ritüeller

"Marka bağlılığında" ritüellerin önemli bir yeri var. Okul marşınızdan tutun da, kahvenizi nasıl içeceğinize kadar çeşit çeşit ritüelle bağlanıyoruz markalara. Bayram kutlamaları da ulusal bağlılığımızı artıran, milli duyguları kabartan ritüeller.

Cumhuriyetin 89. yılı kutlamalarına düşen gölge ve halkın cumhuriyetin kuruluşunu kutlama azmi...
Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!





22 Ekim 2012 Pazartesi

Büyük Türk düşünürü buyurdu: "Tarih hayal edenleri değil..."

Yaklaşık on gündür tüm televizyon kanallarında dönen  ve Ali Ağaoğlu'nun Maslak 1453 projesini anlattığı reklam filmini görmeyen kalmamıştır her halde.
Sinan Çetin'in çektiği reklam filminin açılışında Ali Ağaoğlu'nu şehircilik, mimari  ve sosyoloji alanlarının büyük uzmanı olarak görüyoruz. Reklam fılmı boyunca yalnız ve tek adam olarak portrelenen Ali Ağaoğlu  "Bu değil, bu olmamış, bu sıradan" derken bir yandan kimsenin kendisini anlamadığını da ifade ediyor ve  masa üstünde birikmiş projeleri fırlatıyor. "Çağ atlatmak istediğini, tek amacının insanların mutluluğu olduğunu" belirttikten sonra "istikbal göklerdedir" edasıyla göklere bakan Ağaoğlu reklam filminin sonunda  "kurtarıcı beyaz atlı prens" olarak ormanda görünüyor.  Ardından büyük düşünürün sözlerini duyuyoruz: "Tarih hayal edenleri değil, gerçekleştirenleri yazar" diyor. En son dış ses dünya inşaat sektörü yeni bir çağa giriyor derken projeyle ilgilenecekler için telefon numarası veriliyor.

Sinan Çetin'i tebrik etmek lazım. Ali Ağaoğlu'nu ve Maslak 1453 projesini tüketicinin zihninde muhteşem konumlandırıyor. Kimdir bu Ali Ağaoğlu sorusunu sormaya bile cesaret edemiyorsunuz. O bir uzman, o bir "tek adam", o bir lider, o sizi yüz yıllık uykunuzdan uyandıracak beyaz atlı prens...Kimin nasıl mutlu olacağına karar verme yetisinde, üstelik bunları da kendisi için istemiyor. Tek bir amacı var, insanların mutluluğu...  Kimsenin anlamadığı hayalleri var. Sadece hayal etmekle kalmıyor, hayallerini gerçekleştiriyor da.  Sırf bu yüzden tarihe geçmeyi hak ediyor. O bir Fatih, o bir Mustafa Kemal adeta...

Projenin web sitesinde yer alan tanıtım filminde "Mutluluk hikayenizi anlatma, hikayenizi paylaşma yeteneğidir" yazıyor. Buradan çıkan sonuçsa Sinan Çetin aracılığıyla Ali Ağaoğlu'nun mutlu olduğu. Hikayesini anlatan o, ne de olsa.


15 Ekim 2012 Pazartesi

Elemanınızla farklılık yaratmak

İyi bir garsondan ne beklersiniz yazımdan sonra bir arkadaşımdan Adidas'ta yaşadıklarını dinledim. Yürüyüş için bir spor ayakkabı almak üzere Adidas dükkanına giren arkadaşıma yardımcı olan (!) satış elemanı diğer modellerden nispeten pahalı bir modeli gösterip, mutlaka bunu alması gerektiğinde ısrar ediyor.  Hatta "diğer modellerin giydikten 40 dakika sonra ayaklarını rahatsız edeceği" bilgisini veriyor. Arkadaşım ise rengini beğenmediğini dolayısıyla gösterilen modeli almayacağını söylüyor.

Dükkandan ayrıldıktan sonra yaşadıklarını düşünen arkadaşım ertesi gün mağaza müdürüne gidip satış elemanını şikayet ediyor: "Gerçekten ayakkabılarınız 40 dakika yürüdükten sonra ayaklarımı ağrıtır mı" diye sormayı ihmal etmeden.

Bu kadar yoğun rekabetin yaşandığı "marka"lar dünyasında personel (ya da eleman) farklılaşmasına gitmek önemli bir unsur.  İngilizcede 4C + 2R olarak kısaltılan (competence, courtesy, credibility, reliability, responsiveness and communication) eleman özellikleri bu farklılığı getiren. Yani
* yeterlilik (ustalık, selahiyet)
* kibarlık
* güvenirlilik
* itibar
* tepki (cevap) verebilme ya da çözüm getirebilme refleksi
* iletişim becerisi

Şirket yönetimlerinin rakiplerinden farklılaşmanın ayakta kalabilmek için zorunlu olduğunu, bu farklılaşmanın bir yolunun da elemanlarında farklılık yaratmak olduğunu akıllarından çıkarmamaları gerekiyor.

12 Ekim 2012 Cuma

İyi bir garsondan ne beklersiniz?

Anadolu yakasının ilk alışveriş merkezi Capitol'de öğle yemeği için buluşuyoruz. Öğle molasına sığdırdığımız buluşmada rahat etmek, sohbetten ve yemekten keyif almak amacıyla alt kattaki "food court"ta buluşmak yerine üst kattaki Kitchenette'teyiz. 

Menülerimizi getiren "kızımız"  günün çorbası ve günün yemeği seçeneklerini söylüyor. Günün yemeği köfte kebabı... "Köfte kebabı  nasıl?" soruma "çok güzel" cevabı geliyor.  Sorunun iyi formüle edilmediğinin farkındayım, ama garsonun cevabı absürtlük düzeyinde, dolayısıyla gülüyoruz.
Yemeği tarif edebilmesi, örneğin " patlıcan söğürme ve pide parçaları üzerine konmuş küçük ızgara köfteler yoğurt ve domates sosuyla servis ediliyor"  demesi gerekiyordu garsonun.

Kitchennete, sunulan hizmet ve fiyat konumlaması olarak alışveriş merkezindeki diğer restaurantlardan ayrılıyor. Altay Ayhan, Yaşamdan Örneklerle Yedi Adımda Markalaşma kitabında konumlandırma fiyat ilişkisini anlattığı bölümde  Kitchenette'i lüks olarak örneklendiriyor.

Lüks bir restaurantın garsonunun menüye hakim olması, müşteriyi bilgilendirebilmesi en az kibarlığı, zarifliği, temizliği kadar önemli.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Beden dili demişken...

Alex de Souza'nın basın toplantısını anlatırken beden diliyle (nonverbal communication karşılığını tureng.com  "sözel olmayan iletişim" olarak vermiş, Vikipedi ise sözsüz iletişim - beden dili diyor. Ben "beden dili"ni kullanmayı daha doğru buluyorum) başlamıştım yazıya... Çünkü beden dili, kullanılan kelimeler kadar hatta bazen daha da öncelikli olarak mesajı karşıya iletme yoludur; ya da karşı tarafin - alıcının-  mesajı algılamasındaki en önemli ipuçlarındandır.  Amy Cuddy, Ted Talks çerçevesinde Ekim 2012'de yaptığı konuşmada benzer bir ipucunu aslında kendimize de verdiğimizi söylüyor. Nasıl ki iktidar/erk sahibi olanlar bu durumu beden dillerine yansıtıyorlarsa, beden dilinizle "mış gibi" yaptığımızda vücut kimyamızla birlikte beynimizin çalışma şekli de değişime uğruyor.

Harvard İşletme Fakültesi'nde öğretim görevlisi olan Amy Cuddy, kısaca "güçlü davranırsan, güçlü düşünürsün" diyor ve ekliyor: "Bu bilgiyi yayın!"

8 Ekim 2012 Pazartesi

Bizim oğlan Alex! Ya da bir iletişim dersi

Fenerbahçe'den ayrılmasıyla Fenerbahçeli olsun olmasın;  futbolla içiçe yaşasın ya da uzak dursun  Türkiye'lilerin gündemine oturan Alex de Souza'nın basın toplantısını izliyorum.

Futbola uzaktan bakıp, ilişkisini "aa bugün Kadıköy'de çok formalı var, maç var galiba"dan öteye geçiremeyen biri olarak izliyorum. Sadece bir iletişimci gözüyle.

Önce beden diline ve ses tonuna bakıyorum.
Vücut dili ne diyor Alex'in?  Kolları bağlı, neredeyse içine kapalnmış haliyle masa ve mikrofon başında iyice küçülen Alex'in güç gösterisi yapmadığı okunuyor. Üzgün, güçsüz ve mağdur. Ses tonu kontrollü, alçak tonda ve üzüntülü. Zaten çok ağladığını da, hatta çocukluğundan beri hiç bu kadar ağlamadığını da söylüyor.

Konuşmaya iğneyi kendisine batırarak başlıyor: Twitteri yanlış kullandığını, kendisinde kalması gereken fikirleri SMS yoluyla insanlarla paylaşarak hata yaptığını anlatıyor. (İletişim hatası yaptım diyor yani.) Ardından Fenerbahçe yünetimi ve teknik direktör Aykut Kocaman'la  ilgili, ilk tanıştığı andan itibaren ilişki ve iletişim yönetimini yürütmeyi beceremeyen bir yönetici portresi çiziyor. Hatta konuşmanın bir noktasında açıkça "iletişim ve saygı eksikliği"nden bahsediyor.

İlişki ve iletişim yönetimini beceremeyen Aykut Kocaman ve Ali Yıldırım'la ilgili kendisiyle doğrudan konuşmak yerine sürekli arkasından konuşulduğu ya da başkaları aracılığıyla haber gönderdiklerinin örneklerini sıralıyor.

Sonunda Türk basını da Alex'in eleştirilerinden nasibini alıyor:  basın mensuplarının altına imza atmadan yaptıkları haberlerden ya da deveyi pire yapan, yangına körükle giden yaklaşımından duyduğu rahatsızlığı anlatıyor. 

Konuşmasını  "Fenerbahçe bir oyuncu kaybetti ama bir taraftar kazandı" diye bitiren Alex, en ince detaylarla örneklendirdiği ve iki saati aşan basın toplantısını (konuyu daha önce hiç takip etmemiş birisi olarak bana gereksiz ve uzun gelmekle birlikte, bir yandan da kulüpte kendisine uygulanan mobbing'i - ki o bu kelimeyi hiç kullanmadı-  tüm netliğiyle betimleyen detaylardı bunlar) iletişim konusuyla ilgilenenlerin (sadece futbol ya da Fenerbahçe değil) dikkatle incelemesi gerekiyor bence.

Bağırmadan, ses yükseltmeden, sorumluluğu sadece karşı tarafa yüklemeden, olayları tüm yönüyle ele alarak, hikayeyi doğru kurgulayıp, dinleyicilerin/izleyicilerin duygularına hitap ederek, beden diliyle söyledikleri arasındaki uyumu yakalayarak da iletişim kurmanın mümkün olduğunun bir kanıtı gibi bu basın toplantısı. 









Okumak

1472 yılında her ay bir kitap okuyan kişi 17 yılda dünyanın en iyi üniversite kütüphanesindeki tüm kitapları bitirebiyormuş. O yıl için Cambridge Üniversitesi'ndeki Queens College kütüphanesinde 199 kitap varmış sadece.*  Eylül 2012 tarihinde ise  kütüphaneye 80  küsur yeni kitap girmiş...

Bugün  okuyacağımız binlerce kitap, takip edeceğimiz yüzlerce süreli yayın var. Hangi birine yetişilebilir ki? Gene de umutsuzluğa kapılmadan çabalamaya devam etmek lazım. Yetişme hissini yenmekten ziyade aydınlanmaya, merak duygusunu doyurmaya, yeni şeyler öğrenmeye, olgunlaşmaya devam edebilmek için.

Ali Saydam'ın son kitabı İktidar Yalnızlıktır'ın da ilk okuması (böyle bir durum da var, bazı kitapların birden çok okunması gerekiyor!) yolda bitti.

(Bir başka hikaye, bir başka zaman anlatılmalı ama Samsun'da evlenen Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Yüksek Lisans Programı'ndan bir arkadaşımızın mutlu gününü paylaşmak için yollardaydık geçen haftasonu.)

Her kitap değil belki ama özellikle iyi kitaplar yeni bir okuma listesini beraberinde getiriyor. Yazarı sevip onun diğer kitaplarını okuma isteği duymak da olabilir bu listenin kaynağı, kitabın satırlarında (dip notlarında) geçen ya da satır aralarında gönderme yapılan başka konular, yazarlar ya da kitap isimleri de...

Okumayı bireysel bir eylem olmaktan çıkarmak, paylaşıma da dönüştürmek lazım bazen. İşte bu nedenle halkla ilişkiler alanının efendileri olmak üzere yola çıkıp, merak duygusuyla ve öğrenmeye hayat boyu devam etme arzusuyla yanan; yüksek lisansta birlikte derslere giren sınıf arkadaşlarımızla "okuma grubu" kurmaya karar verdik. İlk kitabımız Salim Kadıbeşegil'in İtibar Yönetimi olacak. Her ayın ilk perşembesi toplanıp o ayın kitabını tartışacağız. Kurallarımız basit:
* kitabı okumak
* dışarıdan konuyu destekleyici örnekler bulmak
* tartışmalara katılmak
* çıkan tartışmaları ve bulguları yazıya dökmek! (uçup gitmesin tartışmalar, kalıcı olun diye)

Sizlerin de okuma önerilerini dikkate alacağımızdan emin olabilirsiniz.





* Harry Beckwith, What Clients Love: A Field Guide to Growing Your Business, Business Plus Hachette Bok Group, 2010, s. 48

5 Ekim 2012 Cuma

"Hay dilimi eşekarısı soksaydı" anları -I

İki kadın bir dilekçe yazıyorlar.
" ... kurumunuzda yaşamakta olan yaşlı kişileri ziyaret etmek için..."

Otur oturduğun yerde kadın.  Dayanamayıp atlıyorum : "kurumunuz sakinleri diyebilirsiniz" diye. Yetmiyor "yaşlı kişiler yerine doğrudan yaşlılar demek de daha doğru olur zannımca" diyorum.
Kaşlar çatılıyor, yüzler asılıyor. "Hay dilimi eşek arısı soksaydı da ağzımı açmayaydım" anlarından biri.

"Sakin" lafını sevmiyormuş yazan -sakin/meskun ilişkisini hiç duymamış olmalı.- Kafasında sakin sessiz ya da durgun anlamı taşıyor: "Yaşlıların sakin olması gerekmiyor, onların da hareketli bir hayatı olabilir" diyor. "Yaşlı kişiler"i de "bireylere vurgu yapmak için" özellikle  kullandığını söylüyor. Mantığında haklı belki  ama kötü Türkçe kullanıyor.

Uzatmamak lazım tartışmayı. Özür dileyip "uzuyorum"...

4 Ekim 2012 Perşembe

İletişim Karmaşası ya da İç İletişimin Önemi


Turkcell'den mesaj geldi: "...Kağıt fatura yerine faturalarınızın sistemimizde kayıtlı xxx@xxx.com adresinize gönderilmesi için bu mesajı EVET yazarak cevaplayınız." Boş yere kağıt fatura gelmesin düşüncesinden hareketle yazılanı yaptım.

Bir mesaj daha düştü telefonun mesaj kutusuna: "Talebiniz anlaşılamadı. E-fatura talebiniz için e-posta adresinizi yazıp 8888'e gönderiniz."

Muhteşem iletişiminden dolayı Turkcell'i tebrik ediyorum.

Kurumunuzda aldığınız kararları, değiştirilen uygulamaları, yenilikleri, yeni ürün ya da hizmetleri  sadece gerekli olduğunu düşündüğünüz değil tüm birimlere zamanında ve en doğru şekilde iletemiyorsanız dış iletişiminizde de başarıya ulaşmanız zor olacaktır. 
 

3 Ekim 2012 Çarşamba

"Biz duyurmuştuk, hatta internet sitemizde de var" yaklaşımı

Ali Saydam'ın Türkiye'de İletişimin El Kitabı 2*'yi okuyorum şimdi de. Muhteşem, ders çıkarılası örneklerle dolu kitap.
O kadar çok örnek var ki aslında üzerinde konuşulabilecek. Ama "Şöhret ve markayı yönetmek için altyapı da yetmiyor" başlığı altında anlatılan Abdullah Oğuz örneğiyle başlamak istedim. Oğuz, Mutluluk filminin Los Angeles Times'da yer aldığı kadar Türk basınında yer almaması nedeniyle Saydam'a sitem edince, Saydam "Ben yazmadıysam, bundan ben değil sen ve senin adamların sorumlu." diyor. (s. 80)

O kadar sık rastladığımız bir durum ki, basın mensubu arar bir konuda bilgi ister, kurumun halkla ilişkilercisi "web sitemizde" bulabilirsiniz der. Daha da beteri, basında bir haber çıkar ve siz "ama bizim bu konudaki rakamlarımız, bilgilerimiz, düşüncemiz aslında web sitemizde duruyordu" dersiniz.  En kolayı, "zaten basın bizi sevmiyor" deyip işin içinden çıkmak, ya da burnundan kıl aldırmaz bir tavırla basında yer almamıza gerek yok, bizi bilen biliyor demektir.

Unutulmaması gereken haber olabilecek konunun iletişimini basın mensubuyla yapmak halkla ilişkiler profesyonelinin görevi olduğudur. Basın mensubunun hele ki zamanla yarıştığı durumlarda sizinkinin de dahil olduğu yüzlerce internet sitesini dolaşarak bilgi toplamaya vakti yoktur. Gazetecinin bunu yapmasını beklemek, kurum adına saflıktan öte bir cehalet durumudur.



* Türkiye'ye İletişimin El Kitabı 2: İktidar Yalnızlıktır, Remzi Kitabevi 2012

2 Ekim 2012 Salı

"Ben yaptım", "Hayır esas ben yapmıştım!"

Bir süredir televizyonlarda Zaman Gazetesi'nin reklamı takılıyordu gözüme. Hani şu akıllı telefonlarla gazetedeki fotoğrafa geldiğinizde video haberini izleyebileceğinizi anlatan reklam.

Bugün de Türkiye Gazetesi'nin reklamına rastladım... Özünde bu işi ilk biz yaptık diyen ve hatta "zamanın çok ilerisinde" olduğunu söyleyen reklama.

Demezler mi adama, madem Haziran 2012'den bu yana başlamıştın bu uygulamaya, neden duyurmadın vaktinde? Yaptığın işin, ürünündeki ya da hizmetindeki yeniliğin iletişimini vaktinde başlatmazsan, 3-5 yaş çocuklarının "bende de var" çekişmesine girer, sadece itibarına, imajına zarar verirsin. Üstelik atı alan Üsküdar'ı geçmiş olur.

Planlama demiştik, değil mi?

Öğrenci, ev kadını ya da halkla ilişkiler profesyoneli, doktor, mühendis farketmez... Yaptığınız işin önemli bir bölümü aslında planlama olmalı. Uygulamaya  geçmeden önce ne hedeflediğinizi, bu hedefe ulaşmanın yollarını kağıda dökmeseniz bile kafanızdan bir kez olsun geçirmeniz uygulamada çıkabilecek aksaklıkları bertaraf etme, uygulama sürecinin kolaylaşması, sonuçları değerlendirebilme açısından önemli.

"Bugün kek yapacağım" diyorsanız, malzemeleri kontrol edip, eksik malzemeleri almanızda fayda var örneğin. "Biz de biliyoruz bunu canım, bize ahkam kesmene gerek yok" mu diyorsunuz? Halkla ilişkiler uzmanı olarak çalıştığım yıllar bana o kadar basit, herkesin bildiği ve aslında planlamaya ayrılacak - bunu mutlaka kağıt üzerinde yapın ama- bir kaç saatle halledilebilecek pek çok konunun bu evre yeterince ciddiye alınmadığı ya da hiç yapılmadığı için krize dönüştüğünü gösterdi ki...

Hiç unutmuyorum, yeni inşa edilecek binamız için mimari yarışma düzenlendi. Sıra yarışma sonuçlarnın açıklanmasında ve ödüllerin verilmesinde. Genel müdürümüzle toplantı yapıyoruz. Sorularımız belli: Dereceye girenlere para ödülünün yanı sıra şilt ya da plaket verilecek mi? Ne büyüklükte bir etkinlik olmasını istiyoruz? Kimler davet edilecek? Basını çağıracak mıyız? Mekan, gün, saat, yeme içme düzeni gibi konuların cevapları da bu sorularda gizli. Alternatifleri sunuyoruz, A planının getirisini, B planınınkini anlatmaya çalışıyoruz.

Bu konuları hiç bir zaman yeterince önemsemeyen genel müdürün esas derdi işin maliyeti. Planlama toplantısını geçiştiriyor. Yapılan işin büyüklüğüne, önemine başta onun inancı yok demek ki. Etkinliğin boyutunu belirliyoruz, kendi aramızda, az masrafla, basın ya da protokol davet edilmeden yapılacak bir toplantıya karar veriyor ve takip eden 2-3 haftayı planlananların uygulamaya geçirilmesi ile geçiriyoruz. Etkinlik bir cuma günü, saat 18'de, kurumumuza ait bir mekanda ve yarışmacılar, jüri üyeleri ve kurum yönetiminin katılmasıyla gerçekleşecek.

O ne, Cuma öğlene doğru genel müdür kapımızdan içeri "neden basın çağırmadık" sorusu eşliğinde esip gürlüyor. Daha da beteri "arayın gelsinler" diyor. Şaka olmalı ama değil. Bir "planlama(ma)" kazası krize dönüşüyor. Neyse ikna etmeyi başarıyoruz. "Bu saatte basını davet etmek, zaten gelmeyin demek olur"a... Ama fırsatın kaçırılmasını engelleyemiyoruz.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kurultayda basına ambargo konması ne demek?

Dün yapılan ve belki de tüm televizyon kanallarının canlı yayımladığı AK Parti Olağan Kurultayına  Cumhuriyet, Aydınlık, Sözcü, Evrensel, Birgün, Yeniçağ gazeteleri alınmadı. Sayın Arınç, kişisel olarak bu uygulamayı doğru bulmadığını ifade etmekle birlikte bu gazetelerin sürekli partilerini ve hükümeti eleştirmeleri hatta objektif habercilik anlayışından uzak durmaları nedeniyle adeta bu durumu tetiklediklerini ifade etti. "İsimleri geçen gazeteler dönüp kendilerine bakmalıdır." dedi. 

(http://video.cnnturk.com/2012/haber/9/30/gazetelere-sansure-arinctan-yanit)


Sergilenen, bu gazetelerin basın mensuplarına haber atlatmak ya da özel söyleşi vermenin ötesinde bir tavırdır.  "Bizden olmayanı, bizim istediğimiz doğrultuda yazıp çizmeyeni cezalandırma gücüne sahibiz" mesajıyla birlikte partinin "imajını" "itibarını"  bahsi geçen gazeciler kurultaya gelselerdi yazacakları yazılardan daha çok zedelemiştir.


Köprüyü Geçerken At Değiştirmek


Planlamayı Ciddiye Almazsanız Köprüyü Geçerken At Değiştirmek Zorunda Kalırsınız

ya da Tutarlılık ve Devamlılık İlkelerini Çöpe Atmayın!



Kurumsal bir dergi çıkarmaya karar verdiniz. İşe girişmeden önce kurumsal dergiye gerçekten ihtiyaç var mı konusunu ölçtüğünüzü düşünüyorum: Peki hedef kitleniz kim araştırdınız mı, tespit ettiniz mi? Bu dergi aracılığıyla vereceğiniz ana mesajlara karar verdiniz mi?  Okunsun istiyorsunuz mutlaka, peki neler okunur düşündünüz mü? Röportajlar kimlerle yapılacak? Derginin yayın süresi ne olacak? Hangi aralıklarla yayımlanacak?  Her ay? Üç ayda bir?

Dili ne olacak? Türkçe mi? Yabancı dillerin her hangi birinde mi?  Çift ya da çok dilli mi?  Tonu ne olacak yazıların? İçeriği kim sağlayacak? İçerik sağlayıcılardan beklenti ne? Yazıları kim son haline getirecek? Hangi yazım kılavuzunu baz alacaksınız düzeltme yaparken?

Dergi görsellerinin özellikleri ya da kapak tasarımında kullanılacak temel unsurlar ne olacak?

İlan alacak mısınız? Herkesten mi? Arka kapağada mı? Kaç tane? Kaç para alacaksınız ilanlardan? Kaç sayfa olacak derginiz? Dergi dediğin kaç sayfa olmalı ki?

Vereceğiniz mesajla ve hedef kitleyle uyumlu isim, boyut, renk, görsellik, tasarım konularına karar vermeden önce çok iyi planlama yapın.  Planlama sürecine gerekli herkesi dahil edin. Böyle olursa ne olur, şöyle yaparsak ne olur konusunda iyi düşünün. Düşünüp planlamanızı yapmadan harakete geçmeyin. Gerekirse dergi yayın hayatına bir ay sonra girer.

Ama planlamanızı iyi yapmazsanız başınıza geleceği söyleyeyim... İlk sayıdan sonra derginin ismini değiştirir, içeriği revize eder, diliyle ve tonuyla oynamak zorunda kalırsınız. İlk tasarım yeni içeriğe uymadığından tasarımda da değişikliğe gitmişsiniz bir bakmışsınız...Eee, kurumsaldı dergi hani? Kurumunuzla ilgili mesajlar vermeyi amaçlamıştınız... Ne mesaj vermiş oldunuz kitlenize?

30 Eylül 2012 Pazar

Parantez Karşıtı mısınız? Antiparantez nereden çıktı o zaman?

Cuma dersteyiz. Haftanın son günü, akşamın bir saati,  herkes yorgun aslında ama ders keyifli; konu ilginç, hoca enerjik...  Bir ilaç fırmasında yönetici pozisyonunda çalışan, 20'li yaşlarının sonlarında duran genç kızımız, ağzını açıyor ve "antiparantez" kelimesi duyuluyor.
"Parantez içinde" anlamına gelen antrparantezin yanlış telaffuz edilmesi vakası ile karşı karşıyayız...

Eşortman, kareografi, dekarasyon, promasyon, dinazor...

Özellikle de yabancı dilden dilimize geçmiş kelimelerde sıkça karşılaştığımız bir durum. 
Okumayan ve yazmayan bir toplum oluşumuzun bir kanıtı adeta. Biraz okusak doğru yazılışlarını göreceğiz... Yazsak - ama gerçekten yazsak - sözlük, yazım kılavuzu kullanacak, öğreneceğiz.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Çalışan Sadakati

Yaptığınız işe, ürettiğiniz ürüne, sunduğunuz hizmete en çok inanan çalışanlarınız olmalı. Arçelik servisinde çalışan size "abla Bosch kullan", Pegasus bilet satıcısı "THY ile uçsanız sizin için daha iyi olur" dese ya da Toyota yöneticisinin altında BMW marka  araba görseniz ne olur? Nestlé fabrikasında çalışan arkadaşınız size Ülker çikolata ikram etse?

Müşteri sadakatinden önce çalışan sadakati yaratmak zorundasınız. Okulları olan bir şirket, yönetici pozisyonundaki bir çalışanı "ben oğlumu bizim okula asla göndermem" diye dolaşsa, bunu dışarda da değil sadece şirket içinde sesli dile getirse onunla çalışmaya devam eder mi? İki kere bile düşünmeye gerek yok derim size...

Çalıştığı şirketin sunduğu hizmete, ürettiği ürüne inancı olmayan kişilerle çalışmayın. Ama daha öncesinde bu inancı geliştirmek için ne yapmak gerektiğini düşünün, planlayın, uygulamaya koyun.

28 Eylül 2012 Cuma

İnsan Kaynaklarını İnsan Kıymetlerine Dönüştürmek

Ne diyor Ali Saydam, Vazgeçmek Özgürlüktür* kitabında?
"İnsan para, zaman, enerji, yeraltı zenginlikleri gibi kaynak değildir... Kullanıldığı zaman tükenmez."
Şirket içi iletişimin kurumsal iletişimde en hayati yeri olduğunu hatırlatırken, iç iletişimde "kıymet" yaklaşımına uygun strateji geliştirmenin, uygulama planları yapmanın ve ölçümlemelerin önemine vurgu yapıyor, Ali Saydam.
"Sadakat-Performans-Motivasyon" üçgeninin işe yaramadığının çoktan keşfedildiğini, artık "Entelektüel katma değer-Katılım ve Kararlılık-Etkililik" üçgeninin inşa edilmesi gereğini  belirtiyor. Bunun "çalışanlarımıza iftar yemeği verelim", "tavla turnuvası düzenleyelim", "pikniğe gidelim" gibi yaratıcılıktan uzak ve ölçümlemelere göre çok da işe yaramayan  etkinliklerle sağlanamacağını da söylüyor.

Açık ofis düzeni, açık kapı politikası, açık iletişim kanalları, düzenli bülten çalışmaları işin sadece başlangıcıdır derken çalışanların değişim konusunda katılım ve kararlılığını artırmak, çalışanların iş süreçlerinde entelektüel katma değer üretmesini sağlamak, çalışanların etkililiğini artırmak için yenilikçi yaklaşımlardan bahsediyor.

Ali Saydam'ca demode kabul edilen "Sadakat-Performans-Motivasyon" üçgeninden bihaber ya da haberdersa bile uygulamaktan uzak, "ben bilirim ve ben yaptım oldu"cu idarecilerin yönettiği pek çok kurumun daha 40 fırın ekmek yemesi gerektiğini düşünmeden edemiyor insan...

*Türkiye'de İletişimin El Kitabı: Vazgeçmek Özgürlüktür, Remzi Kitabevi, 2011

25 Eylül 2012 Salı

Faklı Fikirlerden Korkmayın; Fikirlerin Çatışmasıdır Değişimi, Gelişimi Getiren

Girişimci, yönetici, yazar Margaret Heffernan geçtiğimiz Ağustos ayında TED Talks serisinde yaptığı konuşmada ihtilafa düşmekten korkmayın diyor. Kişilerin dolayısıyla kişilerin yönettiği kurumların  kendileri gibi düşünenlerle ya da kendilerine karşı çıkmayacaklarla bir arada olmaları nedeniyle aslında apaçık ortada duran hataları görememe körlüğüne düşebildiğini anlatıyor.

Halkla ilişkiler profesyonelinin özellikle farklı fikirleri ortaya getiebilmesi, kurumun güçlü olduğu kadar zayıf yönlerini de görmesi ve göstermesi; olası kriz senaryolarını ortaya koyabilmesi  gerekir. Çatışmadan, farklı olmaktan, yöneticinizle ihtilafa düşmekten korkarak en iyi sonuca ulaşmanız mümkün değildir.

21 Eylül 2012 Cuma

Ölçme Değerlendirme

Seth Godin bugünkü yazısında (http://sethgodin.typepad.com/seths_blog/2012/09/the-worst-kind-of-clock.html) yanlış ölçüm yapmaktansa (yanlış veri toplamak ya da verileri yanlış değerlendirmektense) hiç ölçüm yapmamanın daha doğru olduğundan dem vuruyor.


Namaz kılıyor musunuz gibi bir soruya "evet" cevabı vereni mesela "dün akşam ezanı kaçta okunmuştu" gibi bir soruyla kontrol etmekte fayda var. Kontrol etmezsen sadece beyana güvenerek hareket ederseniz, herkesin belgesel izlediğini söylediği bir toplumda dizileri kim izliyor sorusuna cevabınız ne olacak? Hedef kitlenizin ne okuduğunu gerçekten ölçmeyecekseniz, yalandan ya da dostlar alışverişte görsün misali bir anket yapmak sizi sadece yanıltacak, zamanınızı, enerjinizi, paranızı boşa harcamaktan başka  bir işe de yaramayacaktır.

20 Eylül 2012 Perşembe

Üniversite gezerken ilk ne dikkatinizi çeker?


Yurt içinde ve dışında gezdiğim üniversitelerin en çok (merkez) kütüphanenin yerleşke içindeki konumu, mimarisi, koleksiyon büyüklüğü, çeşitliliği, öğrencilerin onunla kurduğu ilişki dikkatimi çeker benim.  Tabi ki genel anlamda yerleşkesi (bahçesi, ağaçları, binalarının mimari özelliği) öğrencilerin üniversiteyle kurduğu ilişki de. Ama  üniversite bilim içinse, bilginin tapınağı da kütüphanedir. Ritüelleriyle bir tapınaktır orası, dolayısıyla yerleşkenin kalbinde, merkezinde başlı başına tüm heybetiyle ayakta durmalı, geç saatlere kadar açık olmalı, ortak çalışma salonları dolup taşmalıdır. Rahat çalışma masaları, masaların üstünde okuma lambaları, insanın başını döndürecek sayıda kitap koleksiyonu olmalı.

Bazı üniversitelerin web sitelerinde dolandım. Kütüphaneleriyle ilgili ne bulabilirim diye. ODTÜ'nün sitesinde ana menülerde bulamadım kütüphane hakkında bilgiyi  ama arama yaparak bu linke ulaştım. (http://www.lib.metu.edu.tr/tr/index.php) Kitap koleksiyonunda 445 bin basılı 100 bin elektronik kitap olduğu bilgisi var. Boğaziçi Üniversitesi web sitesinde kütüphane, akademik başlığı altına yerleştirilmiş (http://boun.edu.tr/tr-TR/Content/Akademik/Kutuphane.aspx). Hem kütüphanenin tarihi hem kapasitesi hem  ne oranda kullanıldığı ve sürekli nasıl büyüdüğüne dair tüm bilgileri içeren biraz düzeltme ihtiyacı olmakla birlikte oldukça iyi bir giriş yazısıyla karşılaştım burada:
... 1863 yılından bu yana gelişen koleksiyonlarıyla yaklaşık 576.253 materyali barındıran, 10.000 metrekarelik kapalı alanda 1.450 kişilik oturma kapasiteli açık raf sistemine göre çalışan akademik bir kütüphanedir. Üniversitenin genelinde olduğu gibi kütüphane ve çalışma salonlarında da kablosuz internet bağlantısı mevcuttur.
Kütüphanede günde ortalama olarak : 3.500 kişi giriş yapmakta, 620 kitap ödünç verilmekte, 36 kitaba ayırtma işlemi yapılmakta, elektronik ders materyallerinden 186, veritabanlarından 3.270 makale ve kitap okunmaktadır.
Her yıl yaklaşık 10.000 yeni kitap satın alma yoluyla, 15.000 kitap da bağış olarak koleksiyona katılmaktadır.

Indiana Universitesi Bloomington yerleşkesindeki merkez kütüphanede (http://www.libraries.iub.edu/index.php?pageId=89) 4,6 milyon kitap olduğu yazıyor. Üniversitenin tüm kütüphanelerinde ise 900 dilde 7,8 milyon kitap olduğunu söylüyor web sitesi... Gerçekten baş döndürücü sayıda. Etkilenmemek mümkün değil.

Araştırma işini çok derinleştirmeden, IU Bloomington'ınkinden daha etkileyici bir Türk üniversitesi bulamayacağım düşüncesinden hareketle biraz da özel üniversitelerin sitelerini karıştırayım derken şöyle ifadelerle karşılaştım:
Kütüphane koleksiyonu çok çeşitli konu alanlarında basılı ve elektronik binlerce kitap ve dergi, yüzlerce multimedya kaynağı ve çok sayıda günlük Türkçe ve İngilizce gazeteden oluşmaktadır. Kaynakların kapsam alanları sürekli genişlemekte ve sayıları artmaktadır.
Siz siz olun yukarıda örneğini gördüğünüz gibi  yuvarlak ya da muğlak ifadelere dikkat edin. Hem bu metni kaleme alan hem bu (ya da benzeri) metinleri okuyanlar olarak.

Ben de evimizdeki kitaplar için "binlerce" ifadesini kullanabilirim mesela (ikibinin üstünde kitap var sonuçta), ya da çok sayıda günlük Türkçe ve İngilizce gazete, pek çok süreli yayın takip ettiğimizi söyleyebilirim... "Çok" ne bilen var mı? Ya da sana çok gelen bana çok mudur?  Dolayısıyla "binlerce" ya da "çok" sayıda gibi ifadelerin etkileyici olduğu zannıyla hareket etmek yerine dürüst bir yaklaşım tercih edilebilir, örneğin Boğaziçi Üniversitesi'nin yaptığı gibi her yıl sayının ne kadar büyüdüğünden bahsedilebilir.

Kütüphane konusundan gene geldik bir halkla ilişkiler meselesine: neyi nasıl söylediğiniz önemli, yazdıklarınızla söylediklerinizle karşınızdakileri etkilemek istiyorsanız verilerden hareket edin derim.

18 Eylül 2012 Salı

Kibarlık hâlâ geçer akçe

Kibar olmak kapıları açar, yürekleri yumuşatır. - Her ne kadar günümüz toplumunda kabalık, diklenme, özür dilememe, üste çıkmaya çalışma gibi davranış modelleri giderek artsa da bu davranışlar köprüleri yıkar, kalpleri kırar ve iletişimi zora koşar.

Şirketin görünen yüzü ve duyulan sesi konumundaki halkla ilişkiler uzmanının kibarlık konusunda özenli olmasında fayda var.  Mesai arkadaşlarından iş ortaklarına, basın mensuplarından diğer bütün paydaşlarına kibarlık çizgisinden ayrılmadan ilişki kurmalıdır halkla ilişkilerci.

Üstelik çalışma arkadaşları arasında özellikle şirketin dış dünyayla ilk temas noktalarından olan resepsiyonistlerin, sekreterlerin, güvenlik görevlilerinin de bu konuda hassasiyet göstermesi konusunda da dikkatli olmalıdır.

Yıllar önce çalıştığım vakıfta, bir gazeteciyi  tersleyen genel müdür sekreteri nedeniyle oldukça sıkıntılı anlar yaşadığımızı hatırlıyorum. Telefenonu gerekli kişiye bağlamak yerine konuşmayı tercih etmesi zaten yeterince yanlış bir davranıştı, ancak daha kötüsü gazeteciyle ağız dalaşına girmesiydi. Beş dakikalık nezaketten uzak bir telefon konuşmasının yıktığı ilişkiyi düzeltmek için aylarca çabalamamız gerekti.

Gönderdiğiniz bülten yayınlandığında teşekkür ediyor musunuz? Başlık değiştirilmiş olabilir, istediğinizden kısa yayımlanmış olabilir, buna rağmen teşekkür etmeyi becerebiliyor musunuz?  Basın mensubuyla kuracağınız ilişkinin devamlılığında kibar davranmanız çok önemli. Tabi sadece basın mensubuyla değil hayatınızdaki herkesle....

Günaydın demek, hal hatır sormak, gülümsemek, teşekkür etmek, özür dilemek o kadar zor değil aslında.  Hem sizin gününüzü hem karşınızdakininkini keyifli kılmaya yarayacak, çantanızda mutlaka bulundurmanız gereken küçük aletler bunlar.



17 Eylül 2012 Pazartesi

Vakit nakittir! Hele ki basında nakitten bile değerlidir...

Muhatap olduğunuz basın mensubu sizi aradı, ya da e-posta gönderip bir konuda bilgi istedi. İlk sormanız gereken ne zamana kadar cevap istediği olmalı.

Basın zamanla yaraşır. Yapacağı haberin belli bir süresi vardır. Özellikle günlük mecralarda durum çok daha belirgindir.  Haberi ya yetiştirir ya da haber çıkmaz.

Unutmayın konunuzda tek yetkin kişi, kurum siz değilseniz haberini destekleyecek bilgiyi alabileceği başka kişiler kurumlar her zaman mevcut. (Ki, bu durumda  bile sizden gerekli bilgi gitmese bile haberin yapılması gerekiyorsa haber yapılacaktır, unutmayın.) Siz gerekli bilgiyi vaktinde vermezseniz haber içeriğinde görüşünüz yer almayacak demektir. Üstelik basın mensubu sizi gelecekte arama gereğini de duymayacak, kendisine destek olan kişi ve kurumlarla irtibatını sürdürmeyi tercih edecektir. 

Dolayısıyla zamanla yarışan basın mensubuyla ilişkinizin geleceği açısından ona destek olmanızda, onun verdiği zamanlamaya uymanızda fayda var.

16 Eylül 2012 Pazar

Yaşam Hakkı

Temel hakkımız yaşamak. Dünyaya geldiysek, varsak yaşamımızı devam ettirmek de hakkımız. Ama kendi yaşamı hakkına saygı duymayanlarla dolu ortalık. Kendisininkine saygı duymayanın başkasınınkine saygı duymasını beklemek biraz saflık mı?

  • Motorsiklet kullanıp kask takmayanlar
  • Işığa kadar 5 metre yürümek yerine trafiğin ortasına dalıp karşıya geçmeye çalışanlar (ışığa kadar gelip yeşil ışığı beklemeden  karşıya geçenler, üst geçit kullanmayanlar gibi çeşitli versiyonları da var bunların)
  • Pencere pervazına çıkıp cam silenler
  • İskele verilmeden vapurdan atlayanlar
  • Dolmuştan yolun ortasında inenler
  • Elektrikli aleti fişten çekmeden tamir etmeye kalkanlar
ya seyrettikleri çizgi filmlere inanıyorlar ya da yaşamın kendilerine sunalan en büyük lütuf  ve korunması, saygı duyulması gereken bir hak olduğunun farkında bile değiller.