14 Eylül 2012 Cuma

Basın İlişkileri Üüüüç!

Önce hatırlatma:
Bir:  Basın mensubuna yaklaşırken onun ne yaptığınn  farkında olarak yaklaş (onun birinci önceliği haber yapmak, dolayısyla ne düşman ne sırdaş)
İki:  Basın mensubunu ve mecrasını tanı
(biraz araştırma yapmaktan,  azıcık okumaktan geçer bunun yolu unutma)

Gelelim günün konusuna, aslında kısaca bahsetmiştim ikinci yazıda: Hikaye anlat. Yalan söyleme, gerçeği çarpıtma, etik davranmaktan uzaklaşma... Sadece haber olmasını istediğin konunun insanların (dolayısıyla gazetecinin ve okurun)  ilgisini çekecek, kalbine/ruhuna/aklına dokunacak hale gelmesini sağla.

Mesela Hiitiri Bittiri Lisesi'nin kurumsal iletişimini, halkla ilişkilerini yapıyorsun. Lisenin her sene yurtdışına gönderdiği öğrenciler de sizin için önemli bir konu.  Üstelik bu sene yurtdışına toplamda milyonlarca dolar bursla onlarca öğrenci gidiyor. Hazırladığın bültene Hittiri  Bittiri Lisesi'nin bu konudaki tecrübesini, yurtdışı üniversitelere yönelik danışmanlık servisinin olduğunu, geçtiğimiz senelerde de mezunlarının önemli bir bölümünü lisans eğitimlerine devam etmek üzere yurtdışındaki en prestijli üniversitelere gönderdiğini yazmak en kestirme yol olacaktır. Bu kestirme yolun sonucunda elde edeceğin sonuçsa emeğine değmeyecektir büyük ihtimalle.  Çünkü bu konuda tek değilsiın. Başka pek çok okulun mezunu yurtdışındaki üniversitelerden, belki daha yüksek burslarla kabul almış. Ama okul yönetimi, veliler, öğrenciler bu konunun mutlaka haber olmasını istiyor,  üstelik küçücük değil, uzun uzun, mesela prestijli gazetelerden birinin  haftasonu ekinde çıkmasını hayal ediyorlar.

O zaman izleyebileceğin yollardan biri burs alan çocuklarınızdan en ilginç hikayesi olanı (en çok burs alanı, en çok üniversiteden kabul alanı, tırnaklarıyla kazıyarak bu başarıya ulaşanı, yeteneğiyle farklılaşanı gibi listeyi uzatmak mümkün) ön plana çıkartmak; onun hikayesini anlatmak, onun hikayesini anlatırken basın bültenine koymayı planladığınız bütün bilgileri de bir şekilde hikayeye yedirmek olmalıdır.

Bir başka yol, aklında üniversite okumak için yurtdışına nasıl gidebilirim sorusu olanlara yol gösterici olmak üzere kurumunuzda konunun uzmanı olan kişiden bilgilendirici bir yazı almaktır. Ne zaman başvurmak gerekir, nelere dikkat etmeli, hangi sınavlara girmeli, bu sınavlara nasıl başvurulur, nerede girilir, ne zaman yapılır bu sınavlar, yurtdışındaki üniversiteleri tercih ederken  dikkat edilmesi gereken noktalar nelerdir gibi konuları aydınlığa kavuşturacak bir yazı olmalı bu. Ama unutulmaman gerekir: Yurtdışına gidecek çocuklar arasından her sene farklı bir hikaye çıkarmak mümkün ama ikinci yolu her sene kullanamazsın.

Aynı sıkıntı, sürekli düzenlediğiniz etkinlikler için de geçerli. Etkinliğin kendisi bir, hadi iki sene üstüste haber olur, ama üçüncü seneden itibaren basında alacağı yer giderek küçülür:  Her etkinliğin içinden özel bir hikaye çıkarırmaya başladığın güne kadar.

13 Eylül 2012 Perşembe

Hayat


Bir zamanlar başka kurallar vardı

Sizin de anneniz bağırır mıydı "dikme şişeyi tepene" diye. Anneme göre büyük kabalıktı bardak dururken şişeden su içmek. 30 sene önce falandı. 1970'lerin sonlarıi 1980'ler; darbeden az öncesi ve hemen sonrası. (Geçenlerde bir sohbette çocuklarımız için Malazgirt Zaferi ile Kurtuluş Savaşı ya da 1980 darbesi arasında algıda çok büyük bir fark olmadığını konuşuyorduk bu arada, konuyla ilgisi yok ama serbest çağrışım yaptı işte. Ya da çok sevdiğimiz bir kitapta dediği gibi: "bu başka bir hikaye, başka zaman anlatılmalı.")

Su içerken şişenin tepeye dikilmesi kadar ayıptı, hatta daha fazla, kadının iç çamaşırının gözükmesi. Okuduğum lisede beyaz gömlek altına atlet giymek zorunluydu. Gömleğinin altından sütyeni gözüken kızlara ihtar verilirdi.

Özel ve kamusal alan ayrımı çok netti biz büyürken. Özel hayat gerçekten özeldi. Çocuğa ders aldırmak ayıp, aile hayatını afişe etmek kabul edilmezdi.

Önce Cindy Lauper ardından Madonna derken Lady Gaga, iç çamaşırları dışa çıktı; cep telefonları sayesinde herkesin herşeyini öğreniyoruz sokakta. Biri Bizi Gözetliyor gibi dizilerle, Facebook gibi sosyal medya uygulamalarıyla  özel - kamusal alan algımız da yok oldu.

Bazen,  hani mesela 1978'de mesela komaya giren biri bugünlerde uyanıp sokağa çıksa sokaklarda bağıra bağıra kendi kendine konuşan delilerin ve iç çamaşırlarını göstere göstere dolaşan, yetmezmiş gibi uluorta makyaz tazeliyen sokak kadınlarının sayıca oldukça arttığını düşünmez mi diyorum?

Yok şikayetçi değiilim kuralların değişmesinden, eğlenceli buluyorum. Özellikle deannemin kınayan sesini duymadan şişeyi tepeme dikip su içebilmek hoşuma gidiyor. 

İş Güç

Basınla İlişkiler Konusunda Önemli Birkaç Tüyo


Halkla İlişkiler profesyoneli yaptığı işte en önemli işbirliğinin basın olduğunu aklından çıkarmadan hareket etmek zorundadır. Kullanıcıların kendi içeriklerini yaratabildiği sosyal medyanın yükselişte olduğu ve "bekçilerin kapıları tuttuğu"  geleneksel medyayı zorladığı bugünlerde bile haberinizin bir gazetede, dergide, radyoda ya da televizyonda yayımlanması daha kısa sürede, güvenilirliği sosyal medyadan görece daha yüksek olarak daha geniş kitlelere ulaşmanızı sağlayacaktır. 
Daha önceki bir yazımda basınla ilişki kurarken birbiriyle bıçak sırtı iki noktayı aklınızdan çıkarmamanızı söylemiştim. Basın mensubu ne düşmanınızdır ne de sırdaşınız. 
Basın mensubu - muhabir, editör, yayın kurulu üyeleri - çalışanı olduğu mecrayı takip eden kitleye, o kitlenin keyifle, merakla okuyacağı, seyredeceği, dinleyeceği habeler sunmak, bu sayede okunurluluğunu dolayısıyla mecrasının satışlarını ve kârlılığını artırmak amacı taşır. (Kendisi de bu sayede değerini artıracaktır)

Muhatabını tanı
O zaman ilk yapmanız gereken hem basın mensubunu hem çalıştığı mecrayı yakından tanımak. (sürekli dönüp geldiğimiz nokta "hedef kitleni tanı" aslında. Çocukken içgüdüsel olarak bildiğimiz ama sonra zaman zaman unutuverdiğimiz bir şey hedef kitleni tanı meselesi bir yandan. Hatırlayın çocukken babamıza farklı, annemize farklı, büyükannelere farklı taleplerle giderdik.)

Herkese aynı bülteni gönderme
Haber olmasını istediğin konunun farklı yönleri vardır mutlaka. Her bir yönü öne çıkaran farklı hikayeler oluşturmak da mümkün. Ne demek bu? Karadeniz'de inşa edilmesi planlanan bir HES'in hem ekonomik hem sosyal hem ekolojik yönleri bulunur. Mutlaka bir insan hikayesi de vardır- bir mağdur, bir kahraman, bir direnişçi, hatta bir aşk hikayesi bile bulunabilir konuyla ilgili.. Evet biraz zaman ayrımak, biraz emek vermek gerekiyor. Ama seçici davranarak iş yükünü hafifletmek mümkün. İster konularınızı seçin, ister bülteninizi gönderdiğiniz basın mensubunu.  Ama basın mensubunuzun ve çalıştığı mecranın hangi yöne meylettiğini mutlaka bilin. (biraz "nabza göre şerbet" dediğimiz şey değil mi bu?) Haber konunuzu da ona göre şekillendirin. Daha başarılı olacağınızdan eminim.



12 Eylül 2012 Çarşamba

Hayat

Bir kitap okudum, çok sinirlendim!
 
Aşk-ı Hayyam, İrfan Gürkan Çelebi'nin kitabı. Bugün Galatasaray'da buluşup sohbetlediğim arkadaşım almış bana . "Hayyam'ı severim, senin de sevebileceğini düşünüp aldım, ama kitabı sen gelmeden önce karıştırıyordum, çok da emin olamadım" dedi verirken. "Oku, seversen hediyem, sevmezsen başka bir kitap borcum olsun" diye de ekledi.

Çantamın içinde başka bir kitap olmasına rağmen, yeni bir yazar keşfetmenin heyecanıyla ilk bulduğum fırsatta, Sevgi'den ayrıldıktan sonra Karaköy'den bindiğim  vapurda başladım okumaya. Önce ilk sayfada karşıma çıkan bir cümleye takıldım: "Moğol askerleri adeta bir Mesih gibi kılıçlarıyla biçerek Alamut sakinlerini, ateşin eline geçmelerine fırsat tanımıyordu."  Galiba üçüncü kez okuduktan  ve kafamda aynı cümleyi farklı şekillerde bir kaç kez yeniden kurguladıktan sonra pes ettim, "devam et kızım," dedim kendime, "devam et yoksa ikinci sayfaya geçemeden rafa kalkacak kitap, Sevgi sana yeni bir kitap almak zorunda kalacak." (Yok, Sevgiciğim yok.  Gerçekten başka bir kitap almana gerek yok. Sevemedim kitabı ama senin başka kitap almana da gerek yok...)

23. sayfaya kadar ara vermeden okumaya devam ettim vapurda. "Yemek hitama ermek üzereydi. Bahçede kendisine oturacak bir iskemle ve üzerine bir tas çorba konulacak masa bulmuş herkes..." cümlesine kadar. Ne? İskemle mi?  daha düne kadar yerde yemek yiyen Ortadoğulular ve 11. yüzyılda iskemle? Bu noktada daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Zaten vapur da Kadıköy iskelesine yanaşmak üzereydi.  Eve gider gitmez ilk işin bu meseleyi Google'lamak olsun görevi verdim kendime. (Gerçi ilk işim okuldan gelen kızımın karnını doyurmak, ardından yarın okul sonrasına yiyebileceği muska börekleri sarmak oldu ama, olsun.)

Hatırımda kalan İngilizce'de başkan, kürsü başkanı, yönetici gibi anlamlar taşıyan "chairman" kelimesinin sandalyenin her evde olmadığı dönemlerden kaldığıydı. Wikipedipedia da dahil olmak üzere Google arama motorunda bulduğum sonuçlara göre gerçekten de sandalye kullanımı 16. yüzyıla kadar Batı da yaygınlaşmamış. Sandalye aristokratların ya da bazı evlerde sadece "baba"nın kullandığı bir mobilya parçası olmaya devam etmiş. Doğuya girmesi de Batılılaşma hareketinin bir parçası olmuş.

Daha ne diyeyim, roman yazmak ciddi bir iştir. Araştırma yapmak, planlamak, yazılanların üstünden geçmek ve değerlendirmek önemlidir. Burada sanki iş yazar kadar editöre de düşer. Sahi bizde çalışan bir editörlük kurumu var mı?

Basınla ilişkiler için iki kural bir öğüt!

Halkla ilişkiler profesyonelinin ve dahi basınla ilişki kuran tüm yöneticilerin mutlaka öğrenmesi gereken ilk kural basın mensubunun düşmanınız olmadığıdır. O haber yaparak işini yapmaya çalışır. Ona düşmanmış gibi davranır, kalelerinizi korumak üzere bir taktikle yaklaşırsanız en büyük destekçinizi kaybedersiniz. Oysa siz yaptıklarınız haber olsun isterken o da sizden çıkacak güzel bir konudan en iyi haberi yapmak ister. Gazeteci ile halkla ilişkilerci bir anlamda sembiyoz halinde yaşar.

Bununla birlikte  ikinci kuralı da aklınızdan çıkarmamanız gerekir: Basın mensubunun dostunuz, sırdaşınız da değildir. Haber olacak bir konuyu yakaladığında, mesleği tam da bu olduğu için onu mutlaka yazması (TV,  radyo ya da internet de olsa önce yazması) gerekir... Belki kaynağını saklayabilir, ama haber değeri taşıyan bir konu önünde sonunda mutlaka haber olur.

Muhalefet lideri, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun, pozisyonu gereği bu temel bilgiyi mutlaka bilmesi gerekir. Bugüne kadar almış olduğunu düşündüğüm medya eğitimlerinde bu bilgi ona mutlaka verilmiştir. Afyon'da patlayan ve 23 şehit verdiğimiz mühimmat deposu konusunda basına yansıyan açıklamalarıyla ilgili "bu gazeteciye dost sohbetinde verilmiş bir bilgiydi, haber yapması etik değil" açıklamasını bu nedenle talihsiz buluyorum.

Basın mensubunun ilk görevi haber yapmaktır. Hele ki halkı bu kadar yakından ilgilendiren bir konuyu haber yapmaması düşünülemez bile.

Dolayısıyla geldik  bu iki kuraldan çıkarılması gereken öğüde (gerçi bir musibet bin nasihatten iyidir derler, bunu Sayın Kılıçdaroğlu bizatihi yaşamış durumda) "on the record" ya da "off the record" farketmez: basında haber olarak karşınıza çıkmasını istemediğiniz hiç bir şeyin ağzınızdan çıkmamasına özen gösterin.

11 Eylül 2012 Salı

İş Güç

İş Ortamı
İşinizde herkes mesai bitse de gitsem diye saati mi kolluyor? Bunlara aslında bulduğu her fırsatta  çalışanlarına "saatinize bakmayın, saat beşbuçuk olsa da çıksam demeyin" telkininde bulunup yönetim kurulu başkanının gelmediği günlerde erkenden kaçan müdürünüz de dahil mi?

Davranışlarıyla sözleri çelişen yöneticinin bakması ve üzerinde düşünmesi gereken iş yerinde gerçekten keyifle çalışılacak bir ortamı yaratabilip bilemediği... Departmanlar ve tek tek çalışanlar kendilerinden ne beklendiğini biliyor mu?  Herkesin tanımlanmış ve ölçülebilir hedefleri var mı? Çalışanlar yaptıkları işin bütüne nasıl katkıda bulunduğunun farkında mı?

"İşyeri kültürü performansla ilgilidir" diyor, Tracy Streckenbach (Innovative Global Brands şirketinin başkanı) on gün kadar önce yayımlanan The New York Times'a verdiği röportajda ve ekliyor "ve çalışanların bütüne katkıda bulunmayla ilgili kendilerini iyi hissetmeleriyle." Yöneticinin bulunduğu pozisyona yükselebilmek için rekabetçi bir kişiliğinin olması gerektiğini de belirten Streckenbach, ancak yönetici konumundaki kişinin zihin yapısını değiştirmesi gerekteğini de söylüyor. "Tepe yönetici o pozisyonda kendi şirketindekilerle rekabet etmez, artık başka şirketlerdir rekabet etmesi gereken. Yapması gereken iş yerindeki sorunlara çözüm bulmaktır. Bence en başarılı yönetici, şirkete girmeden önce egosunu kapı önünde bırakabilendir."