27 Nisan 2013 Cumartesi

Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda Halkla İlişkiler- III Hedef Kitle

İyi bir halkla ilişkiler profesyonelinin hedef kitlesini iyi tanıması beklenir. Hele ki kâr amacı gütmeyen bir kuruluş için çalışıyorsa... Kısıtlı kaynakları en doğru ve verimli şekilde kullanmak için bu bilgi şart. Temelde hedef kitlenizi şöyle sınıflandırabilirsiniz:  hizmet ettiğiniz grup (misyonunuzda belirlediğiniz hizmetleri sunduğunuz kitle),  bu hizmeti beraberce götürdüğünüz grup (çalışanlarınız, üyeleriniz, bağışçılarınız, gönüllüleriniz, yönetim kurulu üyeleriniz ya da mütevellileriniz gibi), bu hizmeti götürürken hizmet aldıklarınız, kendilerini size yakın hissedenler ve amacınızı kendi var oluş nedenlerine yakın bulanlar (potansiyel çalışanlarınız, üyeleriniz, bağışcılarınız, mütevellileriniz, yönetim kurulu üyeleriniz), geniş kitlelere ulaşmanızı sağlayayacaklar (başta geleneksel ve sosyal medya mensupları ve  kanaat önderleri), kamu sektörü ve devlet (yerel ya da merkezi), rakipleriniz ve işbirliği yaptıklarınız...
 
Hedef kitle(leri)nizin demografik profilleri kadar psikografik özelliklerini de bilmeniz, onları zaman zaman tek tek ama en azından grup olarak çok yakından tanımanız gerekir.
Demografik  özellikleri bilmek nispeten daha kolaydır: Bu özelliklerin önemli bir bölümünü sadece görerek bile anlarız. Diğerleri içinse kısa bir anket yeterli olacaktır: Hatırlayalım, neler demografik özelliklere girer? : Cinsiyet, yaş, yaşanan bölge/şehir, gelir düzeyi, eğitim,meslek,  etnik ya da dini kimlik, toplumsal sınıf
 
Psikografik özellikler ise kişilerin kişilik özellerini, değerlerini, davranış biçimlerini, boş zamanlarını nasıl değerlendirdiklerini, kısaca yaşam tarzlarını  bilmeyi gerektirir.
 
Büyük şehirde yaşıyan, üniversite eğitimi almış, orta seviye yönetici, dolayısıyla aylık 3000-5000 TL kazanan 30-40 yaş arası tüm kadınların aynı tutum ve davranış içinde olmadığını, bir grubunun örneğin spora zaman ayırırken diğer bir grubunun hiç spor yapmadığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla hedef kitlemizi belirlerken, sadece demografik  bölümle yapmak yetersiz kalacaktır.
 
Psikografik araştırma aşağıdaki yaşam tarzı boyutlarını içerir:
 
Yaşam tarzı boyutları

Hedef kitlenizi iyi tanımak, halkla ilişkiler araçlarınızı belirlerken size yol gösterecektir. Nereye ilan vereceğinizden, size kimin haber yapacağına, broşürlerinizde web sitenizde kullanacağınız dilden görsel seçinize, hazırlayacağınız etkinliğin temasından bağışçılarınızla ya da potansiyel bağışçılarınızla nasıl ilişki kuracağınıza her konuda hedef kitlenizi göz önüne almak zorundasınız.


 
 

19 Nisan 2013 Cuma

Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda Halkla İlişkiler- III Misyon- Vizyon ve Amaçlar

Kâr amacı gütmeyen kuruluşlara özgü bir durum değil aslında var oluş nedenlerini belirleme zorunluluğu.
Özel sektörde ya ya kamu sektöründe yer alan tüm kurumların hatta tek tek bireylerin üzerinde düşünmesi gereken bir konu bu. Neden varım; ne yapıyorum, kimim; ne yapmak, var olduğum ortamda nasıl bir iz bırakmak istiyorum sorularının cevaplarını iyi bilmeli; bu cevaplar içinde rakiplere kıyasla nasıl konumlanacağımızı; "Unique Selling Proposition"ımızın ya da benzersiz satış teklifimizin ne olduğunu iyi düşünmeliyiz.

Kâr amacı gütmeyen kuruluşların, en büyük sıkıntısı, bence, var oluş nedenlerinin "kerameti kendinden menkul" olduğunu düşünmeleri ve yöneticilerini /çalışanlarının ya da gönüllülerinin buna gönülden inanmaları. Uzun yıllar halkla ilişkiler sorumlusu olarak çalıştığım vakfın yöneticilerine  vakfın eğitim kurumları için hazırlanan misyon belgesinin vakfın misyonu olmadığını, ikisinin birbirinden ayrı şeyler olduğunu anlatamamanın acısını ve sıkıntısını  ben yaşadım; eminim bu konuda yalnız değilim.

Örneğin "Çevreyi korumak için bir araya gelmiş bir derneğim, vakıfım işte. Çevreyi korumak başlı başına iyi bir şey zaten. Daha neyi düşüneceğim?" deseler ben çevreye değer veren biri olarak TEMA'yı Greenpeace'ten, Doğal Hayatı Koruma Vakfı'nı Çekül'den, Turmepa'yı ÇEVKO'dan  nasıl ayırt edeceğimi  nasıl bileceğim? Hangisine destek vermem, bağış yapmam gerektiğine nasıl karar vereceğim?  Ya da her işin başı eğitim dediğimde karşıma çıkacak onlarca dernek ya da vakıftan hangisini tercih edeceğimi nasıl anlayacağım?

Evet, adı üstünde  bu kuruluşların amacı kâr etmek değil, ama güçlü olmak, etkili olmak, projelerini hayata geçirebilmek için destekçi (bağışçı ve gönüllü) sayılarını artırmaları gerekmiyor mu? Dolayısıyla kendilerini, fikirlerini, projelerini,  ya da hizmet ve ürünlerini "satmaları"  gerekiyor. Satabilmek için de öncelikle kim olduklarını, ne yaptıklarını bütün netliğiyle onların bilmesi lazım. Bu işin başı da adına "misyon" demeseler de varlık nedenlerini en kısa, öz, anlaşılır, kendilerini rekabet ortamında farklılaştıracak şekilde anlatmaları lazım.

Bu ilk adımsa ikinci adım kurumun vizyonu ve amaçlarının belirlemesi olmalıdır:  Kurumun profesyonel yöneticileri, mütevellileri, yönetim kurulu üyeleri kısa, orta ve uzun vadelerde kuruluşlarının olacağını, ne yapacağını,  hedeflerini;  bu hedeflere  ulaşmak için nasıl yollar izlemeyi planladıklarını;  kurumla ve kurumun sunduklarıyla ilgili  nasıl bir gelecek öngördüklerini ortaya koymalıdırlar.

Bu çalışmayı yapanlar, bu tarzdaki öngörülerin dünden bugüne değişmediği- zaten değişmemesi de gerektiği - gerçeğini kabul ederek; dolayısıyla alınan kararların uygulamasında tutarlı olmalarını bilerek; uygulamalarda yapılacak günlük, haftalık ya da aylık  değişimlerin uzun vadede kendilerine zarar vereceğini bilerek hareket etmelidirler. Ancak ölçme değerlendirme yapmanın önemi ve belli aralıklarla gerekli revizyonların bu değerlendirmeler üzerinden yapılabileceği gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle kurum politikaları, misyon ve vizyonu ile hedefleri belirlenirken mutlaka ölçülebilir, somut ölçütler konması gerektiği akıllarından çıkarılmamalıdır.

Örnek vermek gerekirse, bir mezunlar derneği  XXX okulundan mezun olanların birbiriyle ve okullarıyla ilişkilerini  ve işbirliğini devam ettirmek; mezun oldukları okula maddi ve manevi destek sağlamak; aynı okulda hali hazırda öğrenci olanlar arasında maddi desteğe ihtiyaç duyanlara burs vermek gibi amaçlar güdüyor olabilir.  Ancak bu amaçlar elle tutulabilir, ölçülebilir amaçlar değildir.  Oysa, mezunlar veri tabanı kurmak ve güncellemek gibi bir amacı ölçebilirsiniz. Üç ayda bir çıkaracağınız dergi ölçülebilir bir hedeftir.  Bu dergilerin mezunlarınızın en az %80'ine ulaşmasını sağlamak ya da senede bir 1000 kişinin  (mezun sayınıza bağlı tabii, bu 150 de olabilir) katılacağı "gün"  düzenlemek de. Hedefleriniz arasında mezunların belli bir yüzdesinin düzenli aidat ödeyen dernek üyesi olması; her sene bu sayının belli bir oranda artması; belli sayılarda e-bülten/bülten gönderilmesi mutlaka olmalıdır. Aksi takdirde başarılı olup olmadığınızı ölçebilme; uygulamalarınızı değiştirirken bu değişiklikleri bilimsel temellere oturtabilme şansınız olmaz.  Derneğinizde hep aynı kişiler birbirleriyle görüşür; aynı kişiler dernekte görev alır; aynı etkinlikleri tekrarlayıp dururken, dışarıda kalanlar size burun büker!







14 Nisan 2013 Pazar

Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda Halkla İlişkiler - II:Kâr amacı gütmeyen kuruluş ne iş yapar

Derse tam anlamıyla giriş yapmadan önce kavramları netleştirmekte, oturtmakta fayda var. Dolayısıyla sıra geldi ders başlığındaki ikinci kavramı irdelemeye...

 II:Kâr amacı gütmeyen kuruluş kimdir, necidir, ne iş yapar?
Kâr  amacı gütmeyen kuruluşlar ya da sivil toplum kuruluşları üçüncü sektör olarak da bilinen bir alanda yer alırlar. Özel sektör, ürün ya da hizmetinin satışından  kâr etmek amacıyla varlığını sürdürür. Kâr, şirketin sahibi, ortakları, hissedarları arasında pay edilir. Bu, o kişiler için bir gelir kaynağıdır. Kâr  etmeyen bir özel şirket zaman içinde var olma gerekçesini kaybetmiş demektir.
Kamu sektöründe yapılan işlerse, genel devlet bütçesinden karşılanır. Amaç tüm halkın asgari ölçüde bu hizmet ya da ürünlere ulaşmasını sağlamaktır. Tüm vatandaşlar kazançları doğrultusunda vergilendirilerek bu sektörün sağladığı hizmet ve ürünlerin sunulmasına katkıda bulunurlar. Kâr  amacı gütmeyen kuruluşlarsa toplumda gördükleri bir ihtiyacın karşılanması bir eksikliğin ya da haksızlığın giderilmesi, her hangi bir konudaki düşünce tutum ve davranış değişikliğine gidilmesi için çalışırlar.  Bahsi geçen dernek ya da vakıfların gelirleri üyeler, yöenticiler arasında paylaştırılmaz; varoluş nedenlerini gerçekleştirecek projelerin devamlılığını sağlamak amacıyla, projelerine, hizmetlerine ya da ürünlerine kaynak olarak aktarılır.

Kâr amacı gütmeyen kuruluş içinde bulunduğu mikro ya da makro toplumda karşılanmayan bir ihtiyacı gidermek, bir sorunu çözmek ya da dikkat çekmek; insanların tutum ve davranışlarını değiştirmek amacıyla kurulur. Herkesi ya da her şeyi kapsamak gibi bir amaçları yoktur, olması da gerekmez zaten.
Bahsi geçen ihtiyaç ya da sorun, örneğin bir meslek grubunun meşrulaştırılması, saygınlaştırılması, yaygınlaştırılması, mesleki uygulamaların standartlaştırılması, melek etiğinin; meslek profesyonellerinin hak ve sorumluluklarının belirlenmesi; gerekli yönetmeliklerin hazırlanması,uygulamaya konması, meslek gelişimine yönelik eğitimlerin düzenlenmesi, yasal düzenlemelerin yapılması için lobicilik yapılması olabilir. Bu ihtiyaçlar doğrultusunda, bu ihtiyaçları karşılamak amacıyla da meslek odaları ya da mesleki dernekler ya da vakıflar kurulur.


Kar amacı gütmeyen kuruluşların en büyük özelliği aynı amaca hizmet etmek için bir araya gelmiş gönüllüleridir.  


Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda Halkla İlişkiler - I: Halkla İlişkiler Nedir?

Madem ki dersin adı Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda Halkla İlişkiler dersin ilk haftasında üzerinde mutabakata varılması gereken iki ana konu var...

I. Halkla ilişkiler nedir?*
Yaptığınız iş ne olursa olsun  özellikle de küçük bir çocuktan gelecek "ne iş yaparsın" sorusuna verecek basit ama anlamlı bir tanımınız bulunmalı diye düşünenlerdenim. Bu tanımı bulmak, küçük bir çocuğun anlayacağı kadar basite indirgeyebilmek zihinsel bir aktivite gerektirir. İşinizin felsefesini düşünerek, belki biraz kitap karıştırmak, günlük aktivitelerinizi kavramsallaştırmak, kategorileştirmek sizde farkındalık kazandıracak, beraberinde eminim verimliliğinizi artıracaktır.  Bu nedenle bir halkla ilişkiler profesyonelinin ya da adayının  konuyu düşünmesinde ve kendi tanımını oluşturmasında fayda vardır.

Halkla ilişkiler (İngilizce kısaltmasıyla PR), öncelikle bir yönetim fonksiyonudur. Halkla ilişkiler profesyoneli sadece bir uygulamacı değildir. Kararların alınmasında ve şekillendirilmesinde, planlamada, bütçelemede uygulamada olduğu kadar etkili olmak durumundadır. Temel görevi bir kuruluşla (bahsi geçen kuruluş özel sektörde ya da kamu sektöründe ya da birazdan anlatacağımız üçüncü sektörde yer alıyor olabilir) o kuruluşun  (bazen de bir hareketin, kampanyanın ya da kişilerin) hedef kitlesi arasındaki karşılıklı iletişimini kurmak ve sürdürmektir.
Halkla ilişkiler faaliyetleri
  • Öncelikle yönetimsel bir fonksiyondur.
  • Bilinçli ve isteyerek yapılan düzenli ve sürekli faaliyetlerdir. Etkilemek, anlayış kazanmak, bilgi sağlamak ve faaliyetlerden etkilenen kitlelerin tepkilerini ölçmek üzere şekillendirilir. Gelen tepkiler doğrultusunda yeniden yapılandırılır.
  • Planlama, uygulama, ölçme ve değerlendirme, yeniden planlama aşamalarından geçer. Bu nedenle döngüsel bir yapısı vardır.
  • Bütünseldir: çeşitli sorunların çözümlerini bulmak, faaliyetlerin lojistik unsurlarını düşünmek; durumu, kitleyi, trendleri araştırmak ve analiz etmek işin bir parçasıdır.
  • Etikten uzaklaşılmadan yapılmalıdır. Bu kuralın başında (halka, hedef kitleye) sunulan içeriğin/bilginin doğruluğu yatar.
  • Bir kurumun yasal ya da ahlaki  olmayan tutum ve davranışlarının; kalitesiz hizmet ya da ürünlerinin arkasına saklandığı faaliyetler değildir. Etkili halkla ilişkiler birey ya da kuruluşun gerçek performansına ve politikalarına dayandırılmalıdır.
  • İdealde kuruluşla hedef kitlesi arasında karşılıklı yarar sağlamak üzere yapılmalıdır.



* Konuyla ilgili yüzlerce kitap olduğunu söylesek yalan olmaz her halde. Ama ben bu blog yazısını yazarken raflarıma göz attığımda gördüğüm birkaç kitabın ismini, yazarlarının soyadlarını alfabetik sıraya koyarak vereceğim:
  • Teorik ve Uygulamalı Halkla İlişkiler Kampanyaları, Ceyda Aydede
  • The Handbook of Strategic Public Relations and Integrated Marketing Communications, Clarke L. Caywood
  • Excellence in Public Relations and Communication Management, James E. Grunig
  • Halkla İlişkiler Kavram, Strateji ve Uygulamaları, Ayla Okay, Aydemir Okay
  • Halkla İlişkiler; Neyi, Nasıl Yapmalı? Aylin Pira ve Dr. E. Pelin Baytekin
  • Halkla İlişkiler Üzerine Çeşitlemeler, Aylin Pira
  • Halkla İlişkiler Pratiği El Kitabı, Cevdet Tellioğlu

*

Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda Halkla İlişkiler Dersine Giriş

On dört yıl süresince bir vafın halkla ilişkiler sorumluluğunu üstlenip, ardın da bu alanda yüksek lisans derecemi alınca, gençlerin iş konusunda ufuklarını genişletmek, onlarla tecrübelerimi paylaşmak zamanı geldiğini düşündüm. Derse girme işini en son 1992-1994 yılları arasında Dokuz Eylül Üniversitesi'nde genç bir araştırma görevlisiyken yapmıştım. O yıllarda bölümde görevli Fulbright profesörü Joel Hodson, birinci sınıflara zorunlu olan Amerikan tarihi I ve II'yi birlikte vermemizi sağlamıştı. İkiye böldüğümüz sınıfın bir bölümüne bir hafta o bir hafta ben  ders veriyor, sonraki hafta bölümleri değiştiriyorduk. Bu fırsatı bana tanıdığı için minnetarım, çünkü derse girmek başka bir deneyim.

Derste konunuzu iyi bilmeniz yetmiyor; sunum yeteneğinizin gelişkin olması,izleyicilerinizin beden dilini, yüz ifadesini çözümleyebilmeniz, nerelerde duracağınızı bilmeniz ya da hissetmeniz gerekiyor. gençlerin ilgisini her daim canlı tutmak çaba gerektiriyor.

Ellidört gencecik öğrencimle, özellikle derslere düzenli gelmek konusunda titizlik gösterenleriyle derneklerin  ve vakıfların  halkla ilişkilerini yürütme konusunda çalışıyoruz. Ders anlatmak, özellikle de zaman zaman basite indirgeyerek,anolojiler kurarak, gündemle bağlantılandırarak anlatmak; öğrenciler için olduğu kadar öğretmen için de öğretici bir süreç. Hazırlık yapmak, çalışmak, doğru örnekleri bulmak gerekiyor. Bu da öğretenin öğrenmesini sağlıyor. On dört yıldır bildiğim konuyu tekrar öğrenmemi sağlayan öğrencilerime özellikle müteşekkirim.


Ayrıca, bana ders verme fırsatını tanıyan Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ayseli Usluata'ya ve tüm bölüm çalışanlarına ama özellikle de derslerden önce her türlü teknik desteği sağlayan bölümün web master'ı - yüksek lisans sınıf arkadaşlarımdan- Şafak Kömürlü'ye teşekkür borçluyum.



7 Mart 2013 Perşembe

Sözcülük görevi verdiğiniz ünlü ile savunduğunuz mesele arasındaki ilişkiye dikkat edin

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın himayesinde gerçekleşen Zeytinburnu Belediyesi ve Kültür Derneği'nin organize ettiği "8 Kadın, 8 Hayat" projesi için 8 ünlü kadın Mehmet Turgut'un objektifine poz verdi.

Poz verenlerden biri de ünlü olduğu günden itibaren feminism konusundaki olumsuz düşüncelerini dile getirmekten çekinmeyen, "akıllı kadın dayak yemez" ya da "dayağı hak eden var, hak etmeyen var" gibi incilerini ortaya döküveren Hülya Avşar.

Kadına karşı şiddetin ya da salt şiddetin hak etmekle bir ilgisi olmadığını, şiddete başvurmadan da çözüm yolları olabileceğini, şiddete maruz kalmanın aptallıkla ya da akılla ilişkisinin bulunmadığını anlamayı reddeden bir ünlüyü sadece ünlü diye yüzünüz ya da da sözcünüz yapmak tehlikelidir.

Kullandığınız ünlü, savunduğunuz meseleyi ne kadar ciddiye aldığınızın, üstünde ne kadar düşündüğünüzün bir göstergesidir. Yapmasaydınız keşke, bu kadar büyük bir sorunu, sorunu ciddiye almayan birisini kullanarak gündeme getirmeseydiniz. Şu an verdiğiniz izlenim, bu işi hiç ciddiye almadığınız çünkü... Şiddeti hak eden kadınların olduğuna inandığınız. Medyada gündem yaratacak bir işe imza atmak istemişsiniz, belli, ama iş doğru gündem yaratmaktan geçiyor. Sırf gündem yaratmak yetmiyor! Umarım bundan bir ders alırsınız..


3 Mart 2013 Pazar

Doğumgünü

Kırkaltı yıl önce bugün, sabaha karşı, babamın kullandığı minik bir vosvos, arabada Fethiye yenge, annemin yanında... Hastaneye yetiştirmeye çalışıyorlar annemi ve artık dünyaya gelmeye hazırlanan beni. ... Maçka'dan Dolmabahçe'ye iniyorlar, lastik patlıyor. 46 yıl öncesinin İstanbul'u.. İn cin top oynuyor ortalıkta... Müştesini havaalanına götüren bir taksi geçiyor "bırakıp geleyim abi" diyor ama benim beklemeye mecalim yok... Lastik değiştiriliyor, Samatya'ya gidiliyor... Hastaneye girmemizin üstünden çok zaman geçmeen doğuyorum işte... Babamın o zaman çalıştığı Wythe'taki bir arkadaşına verdiği söz üzerine Leyla oluyor adım, oysa ağabeyim o sıralar okuduğu kitapların kahramanının adını vermek istiyor kızkardeşine.. Doğumum üstüne dedemin gönderdiği telgrafta "Ayşegül'ün" doğumu kutlanıyor... Herkes "kız" diye seviyor ama beni, bu nedenle 2-3 yaşıma kadar adımın kız olduğunu sanıyorum...
Daha birinci köprü inşa edilmeden, babaannemin ölümü üzerine İzmir'e dönüyoruz, bir kaç sene sonra. Çocukluk, gençlik yılları biraz Güzelyalı, biraz Bornova, haftasonları Salihli'deki çiftlik arasında, sokakların, ağaçların, dalından yenen yemişlerin, dutların tadını çıkara çıkara geçiyor. Bizim deniz, denizimizin kız, sokaklarımızın hem deniz hem kız koktuğu günler..*
Amerikan Koleji yılları, ODTÜ'ye gidiş, İzmir'e dönüş, ABD yılları... Doğduğum şehre tekrar kavuşmak 31 yıl aradan sonra... Şehirler arasında kalmak, insanlar, aşklar arasında... Annelik..

Ay ne iyi etmişim de doğmuşum... Doğumuma sebep olan babamı, beni doğuran anamı her solukta ama özellikle doğum günlerimde minnetle anmam bu yüzdendir.

İnişleri çıkışlarıyla; inci taneleri gibi gülümsemeler, elmas göz yaşlarıyla bezeli hayatımı, hayatıma çeşitli anlarda giren; girip kalan; girip çıkanları seviyorum... İyi ki varım... Var olmasam hiç birinizi tanıyamayacaktım...

Bu nedenle doğumgünüm benim olduğu kadar hepimizin aslında. Varlığım, hayatımdakilerle anlam kazanır çünkü. Birbirimizden her gün yeni bir şey öğnerek, birbirimizin ruhuna, aklına, yüreğine dokunarak... Birbirimizi merak ederek, sevinerek, kaygılanarak, her anın, her günün, her yılın o büyük tabloda farklı bir renk, farklı bir doku bıraktığının farkına vararak... Doğumgünüm kutlu olsun!

*Cahit Külebi'nin Atatürk'e Ağıt şiirinden...

2 Mart 2013 Cumartesi

Şehir içinde hız sınırı artıyormuş: amaç trafik sıkışıklığını çözmek

Derler ya bir kişiyi gerçek anlamda ya seyahatte ya içki sofrasında tanırsınız diye. Bir toplumla ilgili genel kanının trafikle ilişkisi ilişkisi üzerinden oluşturulabileceğine inanlardanım.
İnsanların kurallarla ilişkileri nasıl? Birbirlerine saygılılar mı? Anlayışlı ve yardımseverler mi? O toplumda insan hayatına ne kadar değer veriliyor? Halkın genel risk algısı, bencillik seviyesi ne boyutta? Bu soruların cevaplarını sokakta trafiği bir nebze takip ederek bulmak mümkün.


Büyük şehirlerimizde, hele ki İstanbul'da yaşayanların sokakta olduğu her an tanık olabileceği trafik sıkışıklığının, yeterince hız yapamamaktan kaynaklanmadığı kesin. Altyapı sorunlarını ve yetersizliği bir yana bırakarak, esas sıkıntının insan kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Gerek araç kullananların, gerekse yayaların risk hesabı yapamaması, kendilerinden başkasını düşünmemesi, kurallarSarı ışıkta yavaşlamayı başaramayıp, kırmızı ışıkta geçmeye kalkanların tıkadığı trafik, sürekli şerit değiştirmeye çalışanların tıkadığı trafik, tek yön sokağa ters yönden girmekte beis görmeyenlerin tıkadığı trafik, dörtlüleri yakınca istediği her yerde durabileceğini düşünenlerin tıkadığı trafik, ışığı beklemeden yola akan insan güruhunun tıkadığı trafik... Örnekleri artırmak o kadar mümkün ki... Hiç bir örnekte trafiğin tıkanma nedeni yeterince hız yapamamaktan kaynaklanmıyor.
Hız limitini yükseltmek olsa olsa de facto zaten hız yapılması durumunu meşrulaştırmaktır. Kültürü, algıları, davranış şekillerini değiştirmedikçe bu ülkede trafik sorunu çözülmeyecektir...

28 Şubat 2013 Perşembe

Derse girmek, ders vermek

Dördüncü haftayı tamamladım... Otuzikiydi, kırktı derken, "ders ekleme-bırakma" süreci tamamlanınca oldu 52 gencecik öğrencim. Çoğu bir sene içinde mezun olacak gençlere kar amacı gütmeyen kuruluşlarda halkla ilişkiler konusunda ders veriyorum. Arada da hayat deneyimlerimi paylaşıyorum onlarla.
Geçen derste işlerini, eşlerini, dostlarını kötülememeleri tembihledim. Kötüleyecekleri işleri, eşleri ya da dostları varsa bırakıp gitmenin daha dürüstçe olacağını söyledim onlara...

Daha önce de bu konunun diğer yüzünü yazmıştım: Çalıştığı şirketin ürettiği ürüne, sunduğu hizmete güvenmeyen, inanmayan bir personel kadar şirketin itibarına, imajına zarar veren olamaz diye. Konunun bir de kişisel yönü var oysa. Şirketinin ne kadar kötü olduğunu, yöneticilerinin / çalışanlarının beceriksizliğini, kötü niyetliliğini, üretilen ürünlerin, sunulan servislerin kalitesizliğini söyleyen kişi kendi beceriksizliğini, kalitesizliğini de beyan etmiş olmaz mı aslında? "Biz Türklerden adan olmaz" diyen kişinin, adam olmadığını ikrar etmesi gibi; halkla ilişkilerde etik davranılamayabilir diyen halkla ilişkiler profesyonelinin aslında kendisinin etik davranma konusunda çok da prensipli olmayacağını açıkça beyan etmesi gibi... "Kocam çok zevksizdir" diyen kadının, kocasının kendisini seçme konusunda da zevksizlik gösterdiğini kabul etmesi gibi. "Okuduğum üniversite berbattı" diyen mezunun berbat bir eğitim aldığını baştan kabul etmesi gibibi... Örnekleri artırmak o kadar kolay ki... Kendi itibarımıza, adımıza da zarar verdiğini düşünmeden, söylediklerimizin bizi sütten bir ak kaşık gibi çıkacağını zannetmek saflık ötesinde bir durum olsa gerek.
1. Ya sadece olumsuz hisslerimizi ortaya çıkarmaktan, ortalığa zehir çakmaktan hoşlanıyoruz, bu zehir içinde yüzmenin bizi daha da olumsuz duygulara sürüklediğini farketmeden
2. Ya iki yüzlüyüz, ekmeğini yediğimiz işe, aynı yastığa baş koyduğumuz eşe gerçekleri söylemiyoruz
3. Ya da tembel tenekenin, umursamazın biriyiz, durumu değiştirmek, iyileştirmek için bir çaba göstermek yerine şikayet etmeyi tercih ediyoruz.

24 Şubat 2013 Pazar

Fırında Mezgit

Kılçığı az, yemesi kolay, beyaz eti lezzetli bu balığı genelde mısır ununa bulayıp tavada kızartırdık. Ama sağlıklı beslenenler kervanının arkasına takılınca kızartmalar giderek azaldı. Dün Kadıköy Çarşı'da dolaşırken tanesi bir kilo gelen kocaman mezgitlerden alıp farklı bir şey pişirmeyi denedim. Çok da lezzetli oldu. Paylaşmak istedim.

Filetolanıp dört parçaya bölünmüş mezgit
3-4 orta boy taze patates
2 domates
Bir tutam maydanoz
2 iri soğan
1 çorba kaşığı zeytinyağı
Tuz
Karabiber

Derince bir fırın kabının dibi zeytinyağıyla yağlandıktan sonra kabukları soyulup halka halka doğranmış patatesler, soğanlar ve domatesler yerleştirilir, bir çay bardağı kadar su, ağız tadınızın istediği kadar tuz ve karabiberle 180-200 derecelik fırında 40 dakika kadar, patatesler yumuşayana kadar pişirilir. İnce doğranmış maydanozlar ve balık parçaları ilave edildikten sonra bir 15-20 dakika daha pişirilmeye devam edilir. Domateslerin yeterince ekşilik vermediği düşünülüyorsa limon suyu da ilave edilebilir.

3-4 kişilik bir aileye yanında bol salatayla mükemmel bir yemek. Biz uzak doğu usulü pişirilmiş- yağsız- beyaz pilavla yedik... Balıktan çok hazzetmeyen, ama haftada bir yemesi gerektiğini meta zoru kabul eden kızım bile sevdi.
Afiyet olsun.

15 Şubat 2013 Cuma

Reklamlar: kardeş gazeteler Vatan ve Milliyet neyin peşinde?

Milliyet Gazetesi ile Vatan Gazetesi arasında aleni bir reklam savaşı var... Milliyet 60 yıllık geçmişine, her biri 50 yaşının üstünde, gazeteciliğin duayeni köşe yazarlarına vurgu yaparken, Vatan, reklamlarında, genç "hip" yazarlarını övüp, "açın pencereleri, naftalin kokusu çıksın" diyor.

Yaklaşık bir buçuk yıl önce Doğan Grubu tarafından Karacan Grubu ile Demirören ortaklığına satılan aynı grup çatısı altındaki bu iki gazetenin neden birbiriyle çatıştığı sorusu, tamamen farklı hedef kitleleri tanımlayarak toplamdaki okur sayısını artırmayı hedefledikleri şeklinde cevaplanabilir. Yaklaşık 180 bin tirajlı Milliyet ile yine yaklaşık 125 bin tirajlı Vatan arasında "sataşma" gibi algılanabilevek bu reklam kampanyasının sonuçlarını bekleyip görmek lazım... Umdukları gibi bir artış yaşanacak mı? Ters tepip okur kaybıyla mı sonuçlanacak? (15 Şubat 2013)

...
Yaklaşık bir hafta sonra tirajlara baktığımızda Milliyet Gazetesi'nin geçen haftaya kıyasla yaklaşık 600 adet, Vatan Gazetesi'nin de yaklaşık 1200 adet daha fazla sattığı görülüyor. Bu arada Milliyet reklam kampanyasında ufak bir değişikliğe gitti. Artık vurgu yazarların olgunluğu üzerine değil. (21 Şubat 2013)

Üçkağıtçılık

Dün metrobüsle karşıya geçerken sol omuz başımda dikilen adam telefonda konuşmaya başladı... Bebeğine lösemi teşhisi konduğunu, ablasından ilik nakli yapmanın mümkün olduğunu, ama hiç paralarının olmadığını telefondaki amcasına anlatan adamın kızarmış gözlerinden yaşlar akıyordu. Telefondaki amcaya 20 lira için olsun yalvaran adam, kalpsiz amcadan red cevabı almasıyla "inşallah bir gün senin çocuklarının başına böyle şeyler gelmez" diyerek telefonu kapattı.

Vicdanı olanın yaşanan trajediden etkilenmemesi mümkün değil. Sağlık problemi yaşayan bir bebek, ilgili ama parasızlıktan perişan olmuş bir baba... Cebinizden en azından beş on lira vermemeniz için bir neden yok. Bir de sırtını sıvazlayıp adamağızın, geçmiş olsun kardeş, inşallah bir an önce şifasını bulur diyesiniz geliyor.

Bense gülümsemeye başladım. Vicdansızlığımdan değil, ama aynı telefon konuşmasını bir kaç ay önce, nereyse kelimesi kelimesine Kadıköy-Bostancı hattındaki bir minibüste dinlemiştim. Tam da bir üçkağıt meselesiyle karşı karşıyaydık.

Halkla ilişkiler profesyonelleri de, çalıştıkları şirkete/örgüte/şahsa dair çok etkileyici bir hikaye anlatabilirler. Ama hikayenin etkileyici olması kadar doğru olması, halkla ilişkiler profesyonelinin güvenilirliğini, itibarını koruması çok daha önemli.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Kötü satış elemanı müşteriyi de potansiyel müşteriyi de kaybetmenize neden olur

Yarıyıl tatilinden istifade ziyaretimize gelen 15 yaşındaki yiğenimle 14 yaşındaki kızım, "genç kız" olmaları hasebiyle bir gün kendi başlarına takılmak istediler... Bir kaç yıldır toplu taşıma araçlarını kullanma becerilerini geliştiren kızımın liderliğinde AVM'lerin açıldığı saatte evden çıkan iki kuzen önce Kozyatağı Carrefour'a ardından Tepe Nautilus'a gidip dolu dolu bir alışveriş-fastfood-sinema günü geçirdiler. Hava kararmak üzereyken eve dönen kafadarlar, bir yandan satın aldıklarını gösterirlerken- bir kaç t-shirt, bir kaç oje- bir yandan da cıvıl cıvıl yaşadıkları maceraları anlatıyorlardı. Önce Boyner'e girmişler, orada kıyafetlere ayakkabılara bakmışlar, sonra kozmetik bölümünde birbirinden renkli ojelere dalmışlar. Bu sırada yanlarına yaklaşan satış görevlisi Boyner'deki ojelerin onların bütçesi için pahalı olabileceğini, bulundukları AVM'deki Gratis'te daha uygun fiyata oje bulabileceklerini söylemiş. Kızlar, gülerek ama alındıklarını da belirterek "ne kadar paramız olduğunu nereden biliyordu ki?" dediler. Bir daha kolay kolay Boyner'e girmeyeceklerini de söylemeyi ihmal etmediler.

Satış elemanı muhtemelen, kendince kızlara iyilik ederken iki ölümcül hata yaptı. Çalıştığı marka yerine müşteri adaylarına bir başka marka önererek, mağazada satılan malların fiyat/kalite paritesi hakkında müşterinin (potansiyel müşterinin) markanın vermek istediğinden farklı bir fikir edinmelerini sağladı- bizim gençlerin kafasında marka öncelikle "kazıkçı" olarak konumlandı. İkinci hatası, kızlara önyargılı davranarak, paraları olmadığı varsayımından hareket etmekti. Tam da yüksek alışveriş potansiyeline sahip, bir kaç sene sonrasının sadık müşterileri olmaya aday gençleri "aşağılayarak" onları baştan kaybetti.

12 Şubat 2013 Salı

Kadınlık, Annelik, İnsan Olma Üstüne

Türkiye'de doğurganlığın düşmekte olması dolayısıyla nüfusun yaşlanma sürecine girdiği anlaşıldığından beri ailelere - dolayısıyla kadınlara doğurmaları gereken çocuk sayısı konusunda başbakan sözcülüğünde telkinlerde bulunuluyor. Kadınlık hallerinden biri olan annelik ön plana çıkarılmak isteniyor.

Gebelik ve çocuğun anneden ayrılabileceği kimine göre ilk iki kimine göre ilk üç yıl hesaba katıldığında kadının yaklaşık dokuz yıl boyunca eve kapanarak çocuklarıyla uğraşması talep ediliyor. Ortalama 70 yıl yaşayan bir kadının, kadın olduğu 15 yaşından adetten kesildiği 45 yaşına geçen 30 yılının dokuzunu gebelik- doğum- temel bebek bakımı ve beslenmesi için eve kapanarak geçirmesi isteniyor.

Kadının insan olarak, çalışma, üretme, ailesi dışında - okul, dernek, iş yeri gibi- farklı gruplara ait olma, para kazanarak kendisini emniyette hissetme, kendisini gerçekleştirme konularında talepleri olabileceği gerçeği göz ardı ediliyor.

Annemin babamdan harçlık isterken her seferinde ne kadar utanıp sıkıldığını hatırlıyorum. Bu nedenle ben yetişirken bana sürekli bir meslek sahibi olmam gerektiğini- dolayısıyla okumamın şart olduğunu- meslek sahibi olmadan ayaklarım üzerinde duramayacağımı öğütledi. Zamanla pek çok annenin kızlarına benzer bir öğüt verdiğini anladım. Eve kapanan, çocuk büyüten ve anne/eş kalıplarının dışına çıkamayan kadınlar, kızlarının insan olmasını istiyorlardı...

Çocuk bakımı kadın erkek arasında paylaşılmadıkça, kadın ve erkeğe doğum izni verilmedikçe, iş verenler ve devlet çocuk bakımı konusundaki sorumluluğu üstlenmedikçe nüfusun gençleşmesi çalışmaları işe yaramayacaktır.

29 Ocak 2013 Salı

Ne çok ölüm...

Türkiye'de yaşı 40'ı aşmış olanların ortak kültürünü temsil eden ne çok yüz göçtü son zamanlarda... Ekrem Bora. (1 Nisan), Ayten Alpman (20 Nisan), Cünet Türel (1 Mayıs), Orhan Boran (26 Mayıs), Metin Erksan (4 Ağustos), Müşfik Kenter (15 Ağustos), Neşet Ertaş (25 Eylül), Berkant (1 Ekim), Erol Günaydın (15 Ekim), Mücap Ofluoğlu (11 Aralık), Leman Çıdamlı (18 Aralık), Kamil Sönmez (20 Aralık), Metin Kaçan (9 Ocak), Burhan Doğançay (16 Ocak), Mehmet Ali Birand (17 Ocak), Toktamış Ateş (19 Ocak), Ahmet Mete Işıkara (21 Ocak), Ferdi Özbeğen (28 Ocak)
Yüksek sanattan halk sanatına, popüler kültürden bilime... Hepimizin belleğinde yer etmiş yüzler, sesler gitti birer birer. Bizleri anılarla- kişisel ya da toplumsal- başbaşa bırakıp bilinmeyene göçtüler.

Gidenlere rahmet dilemekten başka ne gelir elden? Burada yaşam sürüyor işte... Ölüm haberleri kısa bir ara verdiriyor koşuşturmaya, yaşamın ve ölümlü olmanın farkına varılıyor bir anda... Sonra yeniden ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam...

22 Ocak 2013 Salı

Kokular

Beynimizi inceleyen bilim adamları kokuların beyinde anıları ve duyguları etkileyen en ilkel bölgeyle bağlantılı olduğunu söylüyorlar. Nöropazarlamacılar da kokuların bu etkisini tüketicilerin daha çok tüketmesi ya da marka bağlılıkları sağlamada kullanıyorlar...
Misler gibi kahve kokmayan bir kahveci düşünün, düşünemiyorsunuz değil mi... Büyük süpermarketlerin bir köşesindeki fırından yayılan sıcak ekmek ya da tarçınlı kurabiye kokularını...

Ben bugünlerde - hazır mevsimiyken - nergislere takıldım. Hergün neredeyse bir kaç demet alıyorum. O muhteşem koku huzur veriyor, mutlu ediyor, umutla karışık birbirinden güzel duyguları ortaya çıkarıyor.

Çeşitli işyerlerinde, dükkanlarda gerek müşteriler gerek çalışanların mutluluğunu, motivasyonunu, bağlılığını artırmak için koku kullanma yoluna gidilmemesi için bir neden göremiyorum. Kendi kokularını yaratma/üretme lüksüne sahip olmasalar da kokuyu yaşanan iş/alışveriş deneyimine eklemek ilginç olabilir.

20 Ocak 2013 Pazar

Önemli

Seth Godin bugünkü blog yazısında çok önemli bir noktanın altını çiziyor... Senin önemli olduğunu düşündüğün bir konu başkaları için hiç de önemli olmayabilir. Yaptığın bir açılışa ya da etkinliğe basını davet ederken bir kez daha düşün, bu onlar için ya da onların çalıştığı gazete için ya da o gazetenin okurları için bir önem taşıyor mu? Taşımıyorsa, bir gazeteci neden ilgilensin; iki bu etkinliği herkes için (ya da hedeflediğin kitle için) nasıl önemli hale nasıl getirirsin?

18 Ocak 2013 Cuma

Mehmet Ali Birand'ın arkasından

Türk basını bir duayenini kaybetti. Bizler, her zaman karşımıza çıkmayacak renkli bir haberciyi... Yaptığı siyaset, dış politika gibi "ciddi" konuları içeren haberlere/ haber programlarına renk katmayı becermiş; kavga etmeden, güler yüzle, efendiliği koruyarak da iş yapılabileceğini kanıtlamış; rekabetin ezmek, yok etmeye çalışmak olmadığını göstermiş; komplekssizliğini pek çok haberciyi yetiştirerek ve onlara destek olmaya devam ederek de ortaya koymuş müthiş bir insanı kaybettik.

Ondan öğrenilecek çok şey varmış. Gitmesiyle bir kez daha anladık.
Anlatılanlardan anladık ki Nazım Hikmet'in anlattığı gibi yaşamış Birand:
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 

yani, beyaz masadan, 

              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 

Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 

biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 

hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 

yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 

                                en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 

                               diyelim ki, cephedeyiz.

Daha orda ilk hücumda, daha o gün 

                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 

Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 

                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 

                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Ameliyata girerken bile Diyarbakır'daki töreni merak ederek...


Nurlar içinde yat.

17 Ocak 2013 Perşembe

Kimlikler

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Paris'te öldürülen PKK kurucularından Sakine Cansız'ın ailesine yaptığı taziye ziyaretinin CHP kimliğiyle ilgisi olmadığını söylemiş. Kimlikleri istediğimiz anda üstümüze alıp, istemediğimizde atıvermek mümkün müdür? Hele ki kamusal kimliklerde...


16 Ocak 2013 Çarşamba

Yeni bir banka- Odea Bank reklamlarıyla piyasada

Bankalar reklamlarında ünlüleri kullanmayı seviyor- Erkin Koray'dan Murat Boz'a, Beyaz'dan Cem Yılmaz'a, Mehmet Ali Alabora'dan Şafak Sezer'e pek çok ünlü bankaların reklamlarında oynamaya devam ederken yeni bir banka yine bir ünlüyü reklam yüzü olarak seçti. Gücün ve güzelliğin doğal kombinasyonu olması nedeniyle reklam yüzü olarak seçildiği belirtilen Hülya Avşar'ı önce merak uyandırıcı reklamlarda gördük. Odea Bank'ın adını da ilk defa bu reklamlarla duyduk.

Yeni bir marka olarak piyasaya çıkıyorsanız merak uyandırmak, ilgi çekmek önemli. Hergün yüzlerce reklama maruz kalıyoruz. O denli çok reklama maruz kalıyoruz ki, çoğu zaman verilen mesajları duymuyor ya da algılamıyoruz. İşte bu açıdan magazin gazetecilerinin "yeni bir reklam kampanyasında oynuyormuşsunuz" diye sorduğu  Hülya Avşar'ın bu iddiayı ettiği ve "Pardon, ne bank?" diye sorduğu reklam filmi başarılı kabul edilebilir.  Reklama gerçekçilik kazandırmakistemiş ajans:  Hani vardır ya filmde birden birisi "bu ancak filmlerde olur" der, seyrettiğiniz şey film değilmiş de hayattan bir enstanteneymiş gibi olur, bu reklam filmi de reklam değilmiş de gerçek hayattan bir enstateneymiş izlenimi verilmeye çalışılmış  bu filmde de. 

İlgiyi çektiniz, ikinci adım doğru mesajı vermek olmalı, kimsiniz siz, farkınız ne, sizi siz yapan şey ne ya da... Nasıl konumlandırmak istiyorsunuz markanızı müşterinin ve potansiyel müşterinizin kafasında... Bu konumlandırma sonuçta ilk adımınız marka inşasında. Dolayısıyla vereceğiniz her mesaj önemli.

İlk iki reklam filminde Odea Bank'ın kampanyasında yer aldığını reddeden Hülya Avşar, üçüncü reklam filminde bankanın  şubesine gidiyor. Reklam filmini bir kaç kez izlemekle birlikte ne mesaj verildiğini tam çıkaramadım ben. Tek ve netlikle anladığım tek mesaj bankanın yeni olduğu... Çünkü her müşterinin ayrıcalıklı ve özel olduğu dolayısıyla da  özel bir hizmet alacağı mesajı, Hülya Avşar'ın "nasıl yani ben ne hizmeti alıyorsam herkes aynı hizmeti mi alıyor"  diye sormasıyla bir anda flulaşıyor. Herkesle aynı hizmeti almanın bir özelliği,  bir ayrıcalığı yok çünkü. Son derece standart,  seri üretilmiş bir şeyden bahsediyoruz çünkü. Denmek isteneni anlıyorum da reklamın bunu diyebildiği şüpheli yani. Üstelik yeni olması dışında verilecek mesaj bu mudur sorusu geliyor aklımıza. Konumlandırma konusunda biraz zayıf kaldığını düşünerek bir sonraki reklamı bekliyorum şimdi.

2 Ocak 2013 Çarşamba

Okumak Lazım!

Yılın ilk günleri... Istanbul'da pırıl pırıl bir gökyüzü. Kış güneşi yüzümüzü ısıtmasa da içimizi aydınlatıyor. Sabah sevgilimle Kadıköy'e indik beraber.Onu karşıya geçeceği motora uğurlayıp, çarşıda sabah keyfi yaptım. Bol köpüklü Türk kahvemi içip, biraz alışveriş... Ekmek kadar su kadar önemli kitap. YKY'ye uğradım bu nedenle sabah sabah. Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet bu seferki kitapların yazarları...
Okumak lazım, hadi okuyalım.